Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Dersim Soykırımı-Av. Erdal DOĞAN

Dersim’in demografik yapısına ilişkin çeşitli kaynaklardan yapılan çalışmalarla yine çok az yapılmış olsa da var olan arkeolojik çalışmalardan çıkan sonuçlara dair analizler bizlere ciddi anlamda ufuk açıcı veriler…Av. Erdal DOĞAN’ın Kaleminden

Öncelikle insan hakları alanında çalışan biz hukukçuların, hukuksal hak mücadelesine başlamadan önce önümüze gelen vakayı iyi tespit etmemiz için olayın tarihsel geçmişi, gelişimi ve onu etkileyen her tür hususu ayrı ayrı bilmemiz, araştırmamız ve değerlendirmemiz zorunludur. Aksi halde hem dillendireceğimiz sorunun adı hem de talep edeceğimiz haklar manzumesini eksik ve stratejik yönden hatalı yapabiliriz. Bu hususu  dillendirme gereği ise Dersim yöresinin demografik yapısı ve o yapıya ilişkin yapılan kıyımların neden ve sonuçlarını iyi irdeleyebilmek  ve hukuki mücadelede doğru araç ve argümanları kullanabilmek içindir.

Yapılan-yüzeysel araştırmalardan dahi  Dersim’in tek başına yalnız Kürtlerden, Zazalardan, Türklerden, Ermenilerden ya da Araplardan mütevellit olmadığını tespit etmek çok zor değildir. Aksi halde bu coğrafyayı tek ırka indirgemiş olur ve geçmişten gelen birçok geleneği, kültürel birikim ve refleksi  anlamlandırmakta çok zorlanırız. Ya da yanlış değerlendiririz.

Dersim’in demografik yapısına ilişkin çeşitli kaynaklardan yapılan çalışmalarla yine  çok az yapılmış olsa da var olan arkeolojik çalışmalardan çıkan sonuçlara dair analizler bizlere ciddi anlamda ufuk açıcı veriler sunmaktadır.

Çıkan sonuçlardan, Dersim’in en az 10.000 yıllık tarihi bir geçmişi ile Anadolu’da yaşamış birçok uygarlık ailesini/ halkına ev sahipliği yapmış olduğunu biliyoruz. O yüzdendir ki Dersim anayurdu çok farklı etnik, kültürel izleri içinde barındıragelmiştir.

Tektanrılı dinlerin ilk dönem yayılma zamanları ile yine otoriter,  emperyal, saldırgan, kolonici iktidar yayılmacılığından canını, benliğini kurtarmak isteyen Anadolu, Ortadoğu ve Kafkas halklarının bir çoğunun kendisini bu dört yanı sarp dağlar, geçit vermez kanyonlar ve ırmaklarla çevrili coğrafyaya attığı herkesin  malumudur.

Yani bu coğrafyanın hem kendisi hem de yaşayan eski halkının kendilerine sığınan diğer kadim halkları korumaya aldıkları bir vakadır. Bu coğrafya bir bakıma insanlık hazinesini koruyan bir sanduka gibidir. Şunu söylersek abartmış olmayız, binlerce yıllık tekçi iktidar yapıların diğer halklara uygulamaya çalışa geldiği asimilasyon politikalarına boyun eğmeyerek onlara dönüşmeyen Dersim ve oraya sığınmış diğer kadim halkları böylelikle  insanlık ailesinin binlerce yıllık katmerli kültür izlerini bünyesinde koruyagelmiştir.

Dersim coğrafyasına kimler yerleşmedi ki. İlk bilinenler mesela Hurriler, onlardan sonra Hurri-Mitanni uygarlığı, sonra yine takip eden çağ ve tarihlerine göre sırasıyla Hititler, Urartular, Kimmerler, İskitler, Ermeniler, Medler, Persler, Biyük Dikran Ermeni Krallığı, Akkoyunlar, Dimilliler. Yine tüm bunlar arasında sayamadığımız, eksik bırakmış olduğumuz uygarlıklar ve halk kesimleri olduğunu da belirtmemiz gerek.

Böylelikle Dersim, halkların farklı kültür ve dilleriyle o zengin özel coğrafyasında Anadolu içinde, genelde de Mezepotamya uygarlığının belleğini içinde taşır. Bu durumun bizzat kendisi süregiden çağlar boyunca tüm o coğrafya çevresinde gelip geçen tüm imparatorluklar için de birer tehlike oluşturmuştur. Aynı durumun varlığı son olarak Osmanlı imparatorluğuyla  tek ırk ve tek dil şiarını hedefleyen Cumhuriyet rejimi için de büyük tehlike oluşturmuştur.

İmparatorlukların çok kültürlü olduğu söylense de, hiçbiri Dersim’in Kızılbaş kültürü içinde barındırdığı 72 ırkın yarattığı çeşitlilik, farklılık gibi olamayacağı gibi, bu bölgenin kendine özgü hesap sorulabilinir, şeffaf yönetim biçimi, insancıl ve doğacı adalet yaşamıyla imparatorlukların ya da devletlerin tekçi inanç yapılarının baskısıyla primader yapılanan idari yönetimleri için potansiyel bir tehdit oluşturmuştur.

Kendi inanç ve yaşam biçimleri nedeniyle mevcut devlet düzenlerine biat etmeyen Dersimliler önceki imparatorluklar gibi Osmanlının da bitmez tükenmez saldırılarına bu nedenle hep maruz kalmışlardır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan’ın Anadolu’da Aleviler üzerinde gerçekleştirdiği soykırımdan kurtulabilenlerin ilk sığındıkları yer yine Dersim olmuştur.

Yine tahmin edileceği üzere soykırımcı Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Dersim’e girememiştir. Dersim’i  ele geçirme seferleri için 1870’li yıllardan sonra tekrar plan ve raporlar hazırlanmıştır. Osmanlının bu askeri seferleri yeni cumhuriyete kadar devam etmiştir.

Yeni Cumhuriyetin ittihatçı lider ve kadroları da çok kimlikli ve kültürlü coğrafyayı tek ırk ve tek dile dönüştürmek için tüm ırkçı şiddetini sürdürürken, ilk hedeflerinde  yine Dersim’in olması şaşırtıcı değildir.  Bu hedefin zaman içinde  halka halka Dersim civarındaki Kürt halkına da yönelmiş olduğunu bilmekteyiz.

Bu bakımdan yüzyıllardan beri amaçlanarak, onlarca yılda hazırlanan rapor, plan ve strateji ile 1937-38 tarihinde gerçekleştirilen askeri hareketle Dersim’i tümden “imha etmenin” amaçlandığını, devletin kendi resmi talimatlarına yansıtacak kadar fütursuz davrandığını görmekteyiz. Kanımca bu bölge özelinde gerçekleşen tüm süreci ve yaşananları dikkate aldığımızda soykırımı Dersim Soykırımı diye adlandırmak en doğru yaklaşım olacaktır.

Aksi halde Dersim’de olanları, Kürt, Zaza veya Ermeni soykırımı diye adlandırmanın kendisi birçok eksik ve yanlışı beraberinde getirir. Bunlar gözetilmeden sorunu etnik kimlikle tek başına tespite yaklaşmak, çözümü zorlaştıracağı gibi, çözülmüş sanılanın çoğu şeyin aslında çözülmemiş olarak daha sonra başka sancılı problemlerle karşımıza çıkacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Mesela Dersim’in en önemli karakteristik özelliklerinden birisi olan halkın seküler  yaşam biçimine damgasını vuran binlerce yıllık Kızılbaş inanç ve kültürünün neden, niçin sürekli merkezi devlet iktidarlarının potansiyel tehlikesi olageldiği, birer tahakküm hedefine yerleştiği gözetilmeden 1937-38 Dersim soykırımının neden ve sonuçlarını tespite yönelmek çok ciddi bir hata olur.

Diğer yandan Dersim’i çevreleyen coğrafya etrafında gerçekleştirilen Ermeni, Pontus, Assur, Keldani, Kürt-Yezidi  soykırımlarının etnik vurgu ile adlandırılması ne kadar  doğruysa aynı etnik adlandırmanın veya nitelendirmenin Dersim için yapılacak olması da o kadar yanlış olacaktır. Fakat hem Dersim hem de diğer soykırımların ortak faillerinin ideolojisinin ortak paydasının Türk-İslam ideolojisi ile harekete geçen (nihayetinde de Türkçülüğün) devlet aygıtının ya da anlayışının olduğunu da çok rahatlılıkla söyleyebiliriz.

Bütün bu soykırımların bir başka ortak paydası ise: soykırıma uğramış tüm halk kesimlerinin halen mağdurluklarının devam etmiş oluşudur.

Hukuki olarak bu durumun tespiti mağdurların manevi ve maddi zararlarının kısmen de olsa karşılanması açısından önemli olduğu kadar bu talepleri  karşılayacak araç ve olanaklarının hangileri olması gerektiği hususu da bu toplantının gündem konularından birisidir.

Ermeniler 1915’den beri maruz kaldıkları mağdurlukları halen devam etmektedir. Keza aynı şekilde Dersimliler için de durum hiç  de farklı değildir. Soykırıma karşı devletin tüm mağdurlara karşı inkar siyasetini sürdürmesi,  sorumluları resmi olarak açıklamaması, sürgün edilenlerin topraklarından uzaklaştırılmasına devam edilmesi, evlatlık verilenlerin akıbetlerinin ve katledilenlerin mezarlarının nerelerde olduğunun gizlenmesi gibi hususlar ilk akla gelen can alıcı mağdurluğun devamlılığını sürdüren olgulardır.

Yine faillerin devlet görevlisi olarak halen görevlerine devam ediyor oluşu, veya  emekli resmi devlet maaşlarını alıp korunmalarına devam edilmesi ile binlerce katledilen Kürt vatandaşın bedenlerinin veya mezarlarının nerede olduğunun bilinmezliği, sürdürülen iç savaş sonucu Kürtlerin öldürülmeye ve sürgün edilmeye devam ediliyor olmalarının yanı sıra ana dillerinde eğitim ve hizmet almayışları, dini faaliyetleriyle kültürel faaliyetlerini sürdüremiyor olmalarının hepsi bir bütün olarak, 1998 tarihli Roma statüsü kapsamında kültürel soykırımın en bariz örneğini oluşturur.

Hukuki Yollar:

Hukuki yollar bakımından mevcut durumun soykırım olarak tanınması ya da mağdurluklarının giderilmesi için ilk etapta dört yol düşünülebilir.

Bunlardan ilki konunun Lahey Adalet Divanı önüne götürülerek çözülmesi, ama bilmekteyiz ki Lahey Adalet Divanı önüne konunun taşınabilmesi için tarafların devlet statüsünde olması ve onların başvurusu ile gerçekleşebileceğidir.

Diğer husus BM’ler bünyesinde insan hakları ile ilgili organlarının harekete geçirilerek konunun BM Konseyinin önüne getirilmesi ve yaşananlar için uluslararası bir mahkeme kurulması için gerekli kararın çıkarılmasıdır.

Bu yol oldukça zordur. Özellikle Kürtlerin bölgelerindeki stratejik konumu ile Kürt meselesinin bölgede çözümsüz bırakılması bazı siyasi ve ekonomik aktörlerin ortak buluşma paydası olduğu için bu yöntemde  başarılı sonuç alınması oldukça zordur.

Diğer bir yöntem ise 1998 tarihinde yürürlüğe giren BM Uluslararası Ceza Mahkemesi  için kurucu antlaşması olan Roma statüsünde kabul edilen yargı yolu, başvuru konuları ve yargı organıdır. Roma Statüsünde kabul edilen sözleşmeye göre bu mahkeme önüne ancak 1998 tarihinden sonraki olaylar getirilebilinir. Bu açıdan ise toplu öldürme, zorla göç ettirme gibi meselelerle birlikte hem Dersim soykırımı hem de hali hazırda yaşanan Kürt halkına ve kültürüne yapılan saldırılar (dilini kullanamaması, dini faaliyetlerini gerçekleştirememesi, kültürel faaliyetlerinin engellenmesi gibi hususlar) dikkate alınacak olunursa, bu konu UCM önüne “kültürel soykırım” olarak da rahatlıkla taşınılabilir.

Bir başka hukuki araç ise: Türk Ceza Kanunu’nda 2005 yılında yapılan değişikliklerle 76. ve 77.maddelerinde soykırım ve insanlığa karşı suçlar kategorisinde suçlar ihdas edilmiş ve bu suç failleri ile mücadele için yaptırımlar düzenlenmiştir. Ayrıca bu suçlarda zamanaşımı sorunu da bulunmamaktadır.

Yani soykırım olarak adlandırdığımız olaylar yargılama konusu olabileceği gibi, birer devlet cinayeti olarak adlandırabileceğimiz Abdi İpekçi, Musa Anter, Uğur Mumcu, Vedat Aydın, Hrant Dink, zirve Yayınevi, Maraş, Çorum,Sivas Katliamları gibi bir çok vaka da yeniden yargılama konusu olabilecektir.

Buradaki sorun bu suçlara bakacak ehil, bağımsız, insan hakları alanında nosyon sahibi, saygın yargıç ve savcılardan oluşacak bir yargı organın oluşturulmasıdır. Ve ayrıca böyle bir organa aynı nitelikler esas alınarak soruşturma ve araştırma yetkisine sahip bir adli kollukla bir yazı işleri kaleminin oluşturulması zorunludur. Yoksa bu suçların pozitif iç hukukta bulunması ve onlar için soruşturma veya kovuşturma yapılması için iç hukuktaki özel yetkili yargı organlarıyla ona bağlı polis ve askerden müteşekkil adli kolluğun yeterli olacağını ileri sürmek ve düşünmek  anlamsızdır.

Çünkü mevcut yargı organlarının (özel yetkili ağır ceza mahkemeleri) biricik misyonu mevcut devlet organ ve anlayışının bir bütün olarak sorgulamadan korumak  ve kollamaktır. Bu nedenle bu mahkemelerin kuruluş felsefesi ve misyonu olan (eski adı bu durumu daha iyi adlandırıyordu: Devlet Güvenlik Mahkemeleri).

O  ideolojik hukuk anlayışına sahip yargıç ve savcıların o reflekslerle  soykırım veya insanlığa karşı işlenmiş suçları çözümlemeleri olanaklı değildir.

1937-38 yılında Dersim’de gerçekleştirilen katliam 1948 tarihli  BM Soykırım Suçunun Cezalandırılması ve Önlenmesi Sözleşmesindeki tanımına birebir uygunluğu tartışmasız bir malumun ilanıdır.  Dersim’de onlarca yıldır hazırlanarak gerçekleştirilen katliamları soykırım dışında başka tespitlerle açıklamaya girişmenin tek nedeni vardır o da bu tür tanımlamalarla siyasi ve pragmatik öngörülerle hareket ederek, hukuku yok sayarak siyasi hesaplarını ön plana çıkaran yaklaşımlardır.

Niyet ve Hukuksal Kararlılık

1937-38 de Dersim’de yaşatılan soykırımın hukuki olarak tescili için girişilecek bu tür bir hukuksal mücadelenin siyasi yansımalarının ve etkilerinin olacağı kesindir. Bu bakımdan parlamenter siyasal mücadele yürüten Kürt siyasi hareketinin soykırım döneminin siyasi sorumlusu hükümet kurucusu Cumhuriyet Halk Partisi’nin soykırımdaki siyasi sorumluluğu ortada iken bu konu da CHP’nin herhangi bir özeleştiri ve buna bağlı olarak sorumluluğun gereklerini yerine getirmemişken onlarla yapılacak siyasi bir seçim veya iktidar ittifakının kendisi başlı başına bu hukuksal mücadele sürecine maddi ve manevi yönden çok zarar verecektir.

Çünkü; Türk-İslam ideolojisinin gerçekleştirdiği soykırım halkalarından biri olan Dersim soykırımı için yürütülecek hukuksal mücadelenin de tutarlılığı için geçmişle yüzleşmeyi esas alan insancıl siyasi kararlılık da önemlidir.  Aynı ideolojik  ve kurumsal yapıların daha öncesinde (19.yüzyıl ile 1915-23 tarihleri arasında) gerçekleştirdikleri  Ermeni, Süryani, Keldani, Kürt-Yezidi halklarının soykırımlarından Dersim soykırımını ayıramayacağımız da bir gerçektir. Haliyle Dersimden önceki bu soykırımlarda  Kürt halkının en azından kendi hesabına düşen tarihi yüzleşmeyi yapması da zorunluluktur.

Çünkü Dersim’den önceki  soykırımlarda hem sivil hem de kurumsal (Hamidiye Alayları ile bölgede örgütlenen Teşkilatı Mahsusa yapısı içinde)  yapılarda yer alarak İttihatçılarla işbirliği rolünün açıkça deşifre edilip ve samimi bir özeleştiri ile geçmişle yüzleşildiğinde, Cumhuriyet Türkiyesinin hangi ırkçı saiklerle inşa edilmiş olduğunu da en güzel  ifşa etme olanağı sağlar. Bu süreç ile yüzleşme sorumluluğu “Kürtleri devlet kullandı” veya kandırdı şeklinde edilgen bir rol alınarak bu sorumluluk savuşturulup, geçiştirilemez. Çünkü siyasi Kürt Halk mücadelesinin halkta yarattığı hem bilinç hem de halkın vicdanına güvenmek lazımdır.

Aksi halde Kürt halkı için gerçeklerden uzak bir resmi tarih yazımı sözkonusu olacaktır.

Geçmişle yüzleşmek, Türkçü ideolojinin bu topraklarda yaptığı ile halen mevcudiyetini sürdüren bu ırkçı cumhuriyet ideolojisinin deşifre edilerek yalnızlaştırılmasını sağlar ve böylelikle tüm cumhurları içine alan demokratik bir cumhuriyete dönüşmesi için olmazsa olmaz bir adım olur.

Bu durumun kendisi Dersim soykırımının hukuki tescili ve mağdurlarının mağdurluğunu gidermek için çok önem arz ettiği gibi, süregiden  kültür soykırımının da engelleyebilecek bir güce ve öneme haiz olur.

Alevi (Kızılbaş) inancında kin olgusu olmadığı için kendisine yapılan zulümleri belleğinde ancak içgüdüsel bir korunma şeklinde ve daha çok duygusal tepkimelerle saklar. Bu durumun kendisi ise katliamların hesabını yapanlardan sorma gibi uzun soluklu bir mücadele geleneğinin oluşmasına hep engel oluşturmuştur.

Elbette ki bu durumun daha ayrıntılı sosyal antropolojik, sosyolojik, siyasal, psikolojik vs. nedenleri vardır. Bu nedenledir ki binlerce yıldır hep kıyıma uğramakta olan Alevi halkı, ona iyiniyet gösteren veya ona bir adım atana o 2 adım atarak fazlasıyla gönül borcu ödemektedir.

Alevileri ve Dersim halkının büyük çoğunluğu bu soykırımının siyasi sorumluluğunun tartışmasız birinci dereceden sorumlu kişisi Atatürk’ü bile katliamdan izole etmeye çalışırlar.

Tabii ki bu durumu veya yanılsamaları yaratan, sağlayan kesimler soykırım sorumlusu iktidarla işbirliği içinde olan Alevi bazı dede, pir ve Bektaşi babalarının rolünü burada anmadan geçemeyiz.

“Atatürk’ün bu olan bitenden haberdar olmadığını, O’nun hasta yatağında olduğunu, O’nun Hz.Ali’nin görünen yüzü olduğu” gibi yalanları, sorumluluk karartmalarını yaparak halk içinde yayan bu kişiler en az soykırımcılar kadar katillerdir.

Mağdur halkı bilgi kirliliği ile celladına aşık ettiren bu zatların işbirlikçiliği ve sorumluluğunun en açık şekilde deşifre edilmesi ise Dersim’in geleceğinin yeniden barış ve güven içinde kurulması kaçınılmazdır.

Aksi halde Alevilerin (Kızılbaşların) saflık derecesindeki kendilerine söylenenleri inanma zafiyetini eskiden olduğu gibi bugün ve gelecekte de kötüye kullanacak  bir çok sol ve sağdan siyasi aktör futursüzca varlığını sürdürecektir.

Şu son yüzyıl içinde bunlar içindeki  en başarılı aktörün Cumhuriyet Halk Partisi olduğuna şüphe yoktur.  Alevileri yalanlar ve katliamlar üzerine kurulu bu demokratik olmayan cumhuriyete bekçilik yapma konusundaki tüm güç ve entrikalarını ittihatçılardan miras aldıkları gibi aynı zamanda Alevilerin o çok zayıf belleğinden de yararlanırlar.

Dersim Alevilerinden Kılıçdaroğlu’nun CHP başkanı olduktan sonra Dersim Soykırımını hatırlatan gazetecilere sarf ettiği “ ben o tarihte doğmamıştım” sözü ile soykırımı neredeyse alaya alırcasına sorumluluk savması dehşet verici olması yanında, büyük bir ayıptır. Bu söz aynı zamanda Dersim halkına bundan sonra ki soykırımın da devamlılığını muştular mahiyettedir.

Sonuç olarak;

Bu kadar tanığın, belgenin, delilin arasında bu dehşeti yaratanları  sorumluluklarıyla yüzleştiremezsek,  kalan mağdurların mağduriyetlerini gideremezsek eğer; dağlarında, mağaralarında ve derelerinde çınlayan o on binlerin çığlıklarını kulaklarımızda ve yüreklerimizde işitmeye devam edeceğiz demektir.

Avukat Erdal DOĞAN