Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Yabancılaşma ve devrimciler-Atılım

Bilindiği gibi Marksistler; yabancılaşmayı, toplumun belli bir örgütlenme biçiminin, emeğin temel üretim ve geçim araçlarından ayrılmasının, emekçinin sahip olduğu tek metayı; işgücünü pazarda satmak zorunda kalmasının zorunlu sonucu olarak görür. Bireyin işgününü, yani; yaşamının belirli bir zamanını satması onun yaşamında önemli sonuçlara yol açar. İnsanın zamanın bir bölümünün üzerindeki kontrolünü yitirmesi, başkası tarafından faaliyetine hükmedilmesi demektir bu. Böylece, emekçi emeğinin ürünlerine sahip olmadığı gibi, bu ürünler ona düşman haline gelir. İnsan beyninin en yaratıcı ürünü makinenin durumu budur. Çünkü emekçinin hayatı, zamanı, çalışması makinenin ritmine göre ayarlanmaktadır. Yabancılaşma kavramı, günümüzde insan faaliyetini de kapsamak üzere genişlemiş durumdadır. Aşırı uzmanlaşma sınırına kadar götürülmüş bir iş bölümüne dayalı bu toplumda insanların ufukları, son derece daralmıştır.

Karşılıklı anlaşma ve iletişim kapasitelerinde bir yabancılaşma durumu ortaya çıkmıştır. Sonuçta bireyler arasındaki sosyal ilişkiler “şeyleşmiştir.” Büyük kent yaşamında bu durumu çok iyi gözlemek mümkündür. İnsan buralarda yaşayan canlı bir kimlik değil de, apartmanda “2 numaralı komşu”, sinemada otuz numaralı koltuk, hastanede lösemi ya da kalp yetmezliği vakası ya da ne bileyim “308’de yatan hasta olarak tanımlanır. Herkesin bir kodu ya da numarası vardır. İnsanlar birbirini giderek iş ilişkisi ya da ekonomik ilişki olarak görmeye başlar. İletişim yetisinin bu biçimde yabancılaşması en kötüsüdür.

Çünkü, iletişim örgütlü toplumdur. İletişim, düşünme ve dildir. Kapitalist toplum ulaştığı aşamada bu temel insan yeteneğini neredeyse yok etmek üzeredir. Günümüzde insanı daha ileri bir yaşam biçimine taşıması beklenen teknoloji, iletişim kapasitesini ve bildirişmeyi tüm insanlar bakımından daraltmıştır. Kuşkusuz her şeyin metalaştığı toplumda iletişimsizliğin yol açtığı en zalim yabancılaşma biçimi yalnızlık duygusunun derinleşmesidir. Çünkü duygular, sevgiler ve ilişkiler de metalaşmadan payına düşeni almaktadır. Aşırı bireycilik aşırı yalnızlığa yol açmaktadır. Günümüzde insanlar giderek birbirlerini dinleyebilme niteliklerini yitirmekte, yalnızlık alanı sürekli genişlemektedir. İnsansızlaşma, kapitalizmin toplumda yarattığı en büyük travmadır.

Bu noktada bizi ilgilendiren, yabancılaşma ve insansızlaşmadan devrimcilere düşen paydır. Çünkü şimdilerde devrimciler arasında “yoldaş” sözcüğünün bile kimi zaman bir yabancılaşma ögesi olarak kullanıldığı gözlenmektedir. Sözgelimi bir tartışmanın “ciddileştiğinin” en belirgin işareti, senli-benli yürüyen konuşmanın “yoldaş”a dönüşmesi olabilmektedir. Ama kuşkusuz en önemlisi, birbirine “yoldaş” diyenler arasındaki mesafe ve iletişim eksikliğidir. Yoldaş olmak; adı üstünde aynı yolda yürümek, aynı inancı aynı kavgayı bölüşmektir. Paylaşma ve dayanışmadır. Acıda bir olmak, sevinçte çoğalmaktır. Yoldaşlık basit bir politik ortaklık olarak görülmemelidir asla. Yoldaşlığı yalnızca politik ortaklık olarak yaşamak, düşünceyi; duyguda ve paylaşımda ortaklık olarak pratiğe geçirememek devrimciler arasında kapitalist yabancılaşmanın en bariz göstergesidir.

Dürüst, çalışkan, yetenekli ve güven verici olmak, bir devrimci için olmazsa olmaz özelliklerdir kuşkusuz. Ancak bu yetmez. Mesafeli ve mekanik bir tarz iletişimsizlikle beslendiğinde bu özelikler de pekala anlamsızlaşabilir. Aynı ekmeği bölüşmek ve ortaklaşmak anlamına gelen “yoldaş” sözcüğünün birleştirdiği insanlar kendini yalnız duyuyorsa, anlaşılmadığını varsayıyorsa, dayanışma eksikliği, içe dönme, sevgide ısrar ilgide inat yokluğu söz konusuysa, durup düşünmek gerekir. İnanç bir ortak paydadır. Ama yoldaş devrimcileri birbirine bağlayan ortak irade yanında ortak duygulardır da. Ortaklaşan duygular devrimci kimliğin harcıdır.

“Kapital iktidarda kaldıkça; değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır” demişti, Lenin. Her şeyin alınıp satıldığı bir toplumda dayanışmacı ve kolektif bir dünya görüşünü benimseyip de ortaklaşamamak, hala metalar dünyasının bir parçası olmaktır. Devrimci kimlik başkalarının yanında, kapitalist dünyanın yol açtığı şeyleşmeye bir karşı duruş, nerede olunursa olsun o yalnız olmayış duygusudur.

“Öyle bir ufka vardık ki/ Yalnız değiliz sevgilim/ Gerçi gece uzun/ Gece karanlık,/ Ama bütün korkulardan uzak./ Bir sevdadır böylesine yaşamak/ Tek başına/ Ölüme bir soluk kala,/ Tek başına/ Zindanda yatarken bile/ Asla yalnız kalmamak” dedirten, çoğalma duygusudur yoldaş devrimci olmak. Bu yüzden; zindan karanlığında, hasta yatağında tek başınayken bile direnişlerde kalabalıklaşır devrimciler. İdam mangasının önünde dostlarını yanında görür de, ancak yarım kalmış bir şarkının acısını götürür toprağa. Devrimciyi güçlü kılan tam da bu çoğulluk duygusudur. Tersi umuda bile yabancılaşma demektir. Bu ise en kötüsüdür.

Devrimcinin işi, bulunduğu duruma hücum etmektir. Ama önce mızrağın sivri ucunu kendine yöneltmelidir. Yabancılaşmış devrimcilik konusunda kendini “yoldaş devrimci” olarak tanımlayan herkesin durup düşünmesi gereken zamanlardayız kanımca. İçselleşmiş bir devrimcilikten mi söz ediyoruz, yoksa devrimci kimlik yalnızca bir alışkanlık ve bir koruyucu zırh, bir kaçış aracına mı dönüşmeye başladı bizim için. Soru budur. Günlük hay huy içinde kaybolmak, üstüne düşen işi yapmak ve yaşama yorgunu bir tavırla günü bitirmek midir devrimcilik? İçeride iken kırk günlük yaprağın kıpırtısını duymayan, dışarıdaysa bu mavi gökyüzünden uzak benim yoldaşlarım demeyen, bir tuğla da onlar için koymalıyım diye düşünmeyen, eli kanayanın, ayağı kayanın, hasta düşenin acısını bilmeyen devrimcilik olur mu? Olursa düzenin kuşatması başarılı demektir.

Kuşkusuz devrimcilik, sürekli donanım yenilemeyi gerektiren bir meslektir. Ve yenilenme, bir karşılıklı öğrenme sürecidir. Geçmişte, soyut bir kavram olarak devrimci denildiği zaman akla, gelişmiş bir kimlik gelirdi. Kararlı, kültürlü, savaşçı, adanmış, paylaşımcı ve bencillikte uzak. Şimdi somut çeşitlilik içinde kuşkusuz böyle gelişmiş tipolojiler mevcut. Ancak giyimiyle kuşamıyla, yeme ve içme alışkanlıklarıyla devrimci yaşama eklemlenen popüler kültür ürünleri de yok değil. Bu yüzden, devrimci iş gelişmiş somuttan zengin bir soyutlamaya ulaşabilmek demektir. Bu da suni ayrımlardan değil, yeniyi deneyimle harmanlama yeteneğinden, hafızasızlığa karşı öğrenme ve merakı geliştirmekten geçmektedir. Devrimci geleneğin bize bıraktığı miras, en elverişsiz koşullarda kavgaya girebilme iradesi ve inadı kadar devrimci dayanışmadır da. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin bize gösterdiği örnek budur.

İnatsızlık, ısrarsızlık, gelip geçicilik, vurdumduymazlık, hafızasızlık, hedonizm ve bireycilik düzenin insana dayattığı niteliklerdir. Devrimci saflara bulaşması, yabancılaşmış devrimciliğe yol açmaktadır. Gelip geçicilik, kolektif ve bireysel sorunlar karşısında ilgi azlığı, bireysel hazların öne çıkması olarak kendini dışa vurmaktadır. Yabancılaşma yüzeye bakma ve derini görememe eğilimlerini ve ayrıntılara takılıp kalmayı besleyebilmektedir. Bu yüzden; devrimci bireyin, kendisiyle kararlı bir ideolojik ve pratik kavga yürütmesi gerekmektedir.

Adam sendecilik, meraksızlık ve günübirlik tarz, henüz bulaşık devrimciliğe denk düşmekte, sevgisizliği, aldırmazlığı beslemekte ve değişme iradesini zayıflatmaktadır. Devrimci yaşama ilgisizlik, umuda yabancılaşmaya yol açmaktadır. Umudun yenilmesi her şeyin sonudur. Oysa bir kuşağın devrimcilerini gökyüzünü fethe çıkaran o vazgeçilmez inançlı umuttu. Genç devrimcilere işte bu inatçı umudu inançla büyütmek düşmektedir. Buysa, başkalaşma değil değişimdir.

Burjuvazi tarafından yapılan ideolojik propaganda, devrimciyi muhafazakâr ve soyu tükenmekte olan bir yaratık olarak sunmaktadır. Vazgeçmemek, değişememek olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Asıl tutuculuğun bu kirli düzeni daha da kirleterek sürdürmek olduğu gözlerden gizlenmektedir. Bu tarz, bazen mirası devralanlara da “yeni” olmak adına yansıyabilmektedir. Devrimcinin gücü ise dünyaya sahip olma ve değiştirme iradesindeki süreklilikte yatmaktadır. Yeninin eskiyle mücadelesi böyle sürmektedir. Yenilenemeyen, yerinde saymakta ve giderek kaymaktadır. İnatsa deneyimle harmanlanıp arınıp gençleşerek sürmektedir.

Bu ise mücadeledir. Düşmana inat sürdürülen mücadele: “Düşmanlarımız diyor ki: Mücadele bitti./ Biz diyoruz ki fakat: O yeni başladı./ Düşmanlarımız diyor ki: Yok edildi doğru/ Biz diyoruz ki fakat: Biz biliyoruz hala onu./ Düşmanlarımız diyor ki: Bilinse bile hâlâ doğru,/ yayılamaz artık o./ Biz fakat yayıyoruz onu./ Meydan savaşının arifesidir bu.” Meydan savaşının arifesinde olduğumuz kesindir. Bu ise eylemin sıcağında, her türlü bencillik biçimini sorgulamayı, yabancılaşmış devrimcilikten arınmayı; düşünsel ve ruhsal ortaklaşmayı, paylaşmayı ve dayanışmayı devrimci hayatın olmazsa olmazı yapmayı dayatmaktadır. Devrim yapmak, düzeni önce kendi içimizde yok etmekten geçmektedir. On gün süren son hastane maceramın bana düşündürdükleridir bunlar, herkese yeniden MERHABA!