Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

AĞIR MAKİNALI TÜFEKLERİ KURDULAR-ERDAL ER

Seydali’nin söylediği ağıdın hükmü; çığlıkta, insanda, doğada, yeryüzü ve gökyüzünde o hükümetin ateşiyle yanıyor, lakin Dersim’in sahibi susuyor…

Harçik’de ağıdın ilk cümlesi yaşlı bir kadının ağzından dökülüyor: ‘Seydali vano…’ (‘Seydali diyor ki…) İlkini yaşlı bir erkek sesi izliyor; ‘Derde mı gırano’. (Derdim ağırdır). Onu başka başka biri tamamlıyor ve soruyor: ‘Bawo no çı halo?’ (Baba bu ne haldir?) Çocuklar anneye dönüyor: ‘Daye qesey bıke, to çi diyo, çı nediyo?’ (Söyle anne, sen ne gördün ne görmedin?) Ağıtta son söz dönüp fermanın sahibini vuruyor: ‘Heq adıre hukmati wedaro!’ (Tanrı hükümetin ocağına ateş düşürsün).

 

Tanrı, hükümetin ocağına ateş düşürmüyor. Düşürmüyor çünkü, o hükümet Tanrı olmuş ocaklara ateş düşürmeyi sürdürüyor…

 

Seydali’nin söylediği ağıdın hükmü; çığlıkta, insanda, doğada, yeryüzü ve gökyüzünde o hükümetin ateşiyle yanıyor, lakin Dersim’in sahibi susuyor…

 

Hükümetin şimdi ki başı, bir süre önce rakibi Kemal Kılıçdaroğlu’nu ‘Dersim arşivlerini açarım ha!’ diye korkutmuştu. Peki neydi bu korku aracına dünüştürülen arşiv? İçinde neler var ve neden açılmıyordu?

O kanlı arşivin içinde Dersim fermanı, Seyit Rıza’nın yakılan yaşlı bedeninin külleri, 70-90 bin insanın kefensiz, mezarsız yanlızlığı, 2 yaşındaki Pıto’nun boynundaki annesine ait parmak izleri; Munzur’un taşıdığı cesetlerin, elele tutuşup kayalıktan kendini boşluğa bırakan 40 Dersimli kadının parçalanmış bedeni, yakılan-yıkılan, bombalanan köylerin dumanı var. Cıve Keji’in ailesinin kanı var. Xeycan’a Qemer’e Cıve Kejin yaşadıkları, unutmadıkları…

 

Hükümetin başı, varsın elindeki arşivleri açmasın!

 

Biz açıyoruz…

 

Toplumsal hafıza bir gün geri döner açık, saklı olan ne varsa vurur; katili de, izleyeni de, ateşi yakanı da vurur.  Elbet vurur, hem hükümetin başını, hem de ‘Ben o zaman doğmamıştım’ diyen Kılıçdaroğlu’nu da…

 Çünkü yaşayanların, onların torunlarının söyleyeceği bir değil, birden fazla söz var.

Xeycan’a Qemer’e Cıve Keji’n de söyleyecekleri, anlatılacakları var.

Bu yazıda Xeycan’ın, ailesinin büyük bir bölümünü Dersim 1938 soykırımında kaybeden Cıve Keji ailesinin öyküsünü bulacaksınız. Keji ailesinin öyküsü aynı zamanda Dersim soykırımının da kısa özeti.

“Dersim’de neden savaş oluyordu, neden köyden çıkıyorduk, neden bombalar üzerimize yağıyordu?  Tabii ki çocuk aklımla bunu bilmiyordum.” diye başlıyor söze 78 yaşındaki Xeycan’a Qemer’e Cıve Keji...

“Ama görüyordum” demeyi de ihmal etmiyor.

İşte o gördüklerini, yaşadıklarını bize anlattı.

ÖNCE TAYYARELER GELDİ

“38’de uçaklar geldi, köylerimizi bombaladı. Biz hepimiz saklanacak yerlere, mağaralara gittik. Tayyareler gittikten sonra köye döndük. İki gün sonra da köyü terk etmek zorunda kaldık. Gece gündüz yol alarak, mağaralara yerleştik.”

Dersim’de savaş devam ediyordu. Cıve Keji ailesine mensup çocuklar ve kadınlar Yusufan aşiretine mensup bir köye bırakılır.  Askerler köyü basar ve Xeycan ve ağabeyi Kazım’ında aralarında bulunduğu Cıve Keji ailesinin fertlerini esir alır ve götürür.

“Yusufanlı bir adam geldi. ‘Toparlanın dedi, askerler geldi, sizi istiyor, sizi onlara teslim edeceğim”. Ninem, annem, yengem, halam ağladılar. Onlara  ‘bizi götürün’ teslim edin, ancak bu çocukları saklayın. Bu çocukları götürmeyin suçları yok’ dediler.”  Adam kabul etmedi, ‘Asker bizim tabanımıza tuz atar, keçiye yalatır’ dedi.

Ağlamak, yalvarmak para etmez. Yusufanlı adam korkusundan kadın, çocuk demeden Cıve Keji ailesinin üyelerini askere teslim eder.

ÖLÜME YOLCULUK

Aile üyeleri ölüm yolculuğuna çıkarılır ve diğer esir kafilelerle birleştirilerek Harçik suyunun kenarına götürülürler.

AKŞAMÜSTÜ MAKİNALILARI KURDULAR

Asker Harçik kenarında geniş bir alanda erkekleri ve kadınları birbirinden ayırarak ölüme hazırlar. Akşamüstü, güneş kavuşurken makineler kurulur Harçik kenarında.

Korku dolu gözler ağır makinelerin namlusuna bakar...

Hızlı çarpan kalpleri ‘ateşşş’ sesine yenilir. Yer-gök inler ve hayat susar...

Kurşunlar önce erkeklere sıkılır.

Xeycan’da oradadır...

“Onları (büyükleri) evvela kurşuna dizdiler. Sesini duydum. ‘Pat’ diye diye ses geliyordu. Suyun üstünden çay alıp götürüyordu o vurulanları...”

“ÖLMEK İSTEMİYORUM BENİ SUYA ATIN “

Su onları götürüyordu. Ben de bakıyordum. Ne güzel suyun üstünde kayıyorlar, diyordum. O kadar hoşuma gitti ki; neneme, anneme yalvardım, götürüp beni suya atın dedim. Ben öyle ölmek istemiyorum dedim. Annem ‘olmaz’ dedi. Nenem; ‘nasılsa, kurtuluş yok, madem çocuk da çok istiyor, götürün atın’ dedi. Halam götürdü beni askere ‘su içecez’ dedi. Halam tam beni suya atacakken asker fark etti, geri döndük.’

Erkeklerden sonra sıra kadın ve çocuklarındır. Herkes yüz üstü yatırılır. Yüzlerce, binlerce insan... Vahşi bir senfoniyi andıran makineli namlusu onlara döner ve arkasında nişan alan adam tetiğe basar...

“Karanlığa kadar, makineli tüfek durmadan taradı. Nenem benim başımı sol koltuğunun altına sakladı. Dedim benim başımı öyle sıkıştırma. ‘Yok kızım, böyle olursa belki sana bir şey olmaz’ dedi. Biraz sonra bir ses duydum, ‘ııh’ diye. Merak ettim, başımı kaldırdım baktım ki, başı böyle lale gibi açılmış. Beyni dışarıya fırlamış. Korkudan, yine başımı hemen koltuğunun altına soktum. Sonra karanlığa kadar devam etti. Karanlıkta makineli tüfekler sustu, ondan sonra süngüleme başladı.

Herkesi süngülüyorlardı, ama eğilip bir de kontrol ediyorlardı, nefesi çıkıyor mu, çıkmıyor mu? Türkçe bilmediğim halde anladım onu, nefesimi tuttum. Kulağını koyduğu ağzıma, ‘nefesi çıkmıyor’ dedi, ‘ölmüş, öyleyse götür’ dedi. Bir bacağımdan tuttu, zaten bir tarafım tamamıyla yara içinde. Süngülenmiş, kan revan içindeyim. Yaram kalbimin üstünde...”

HERKES ÖLDÜRÜLÜYOR

“O korku bırakmıyor ki, ora da ana baba günü, silahlar konuşuyor, bütün herkes ölüyor, sen çocuksun ama facia çok büyük...

Sonra ses tamamıyla kesildi. Bir sesler geliyor, üstümde insanlar var, benim üstüme de insanlar atılmış. Abim; ‘Xeycan, Xeycan’ diye bağırıyor.

“Abi ben buradayım” diye bağırdım

Geldi rahmetli, üstümde ölüleri çekti beni çıkardı ölülerin altından.

Dedim abi kim var bizden, yaşıyorlar mı? ‘Yok’ dedi, ‘baktım herkes ölmüş’.

Ondan sonra, geldi, sağda solda, bir sürü çocuk. Ağabeyim; ‘çabuk olalım, çünkü gaz getirip yakacaklarmış ölüleri’.

Ayışığı vurdu. Allahım, yarabbim ne kadar çocuk var… Kiminin bağırsakları dökülmüş, can havliyle onu toparlamaya çalışıyor. Ben yürüyemiyorum...”

AY IŞIĞINDA KAN PARLIYORDU

“Parlıyor, niye parlıyor, diyorum, kan parlıyor. Bacaklarının, parmaklarının arasında dökülüyor. Çocuk, onların yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum.

Bizimle beraber çok çocuk kalmıştı. Ormanın yakın tarafına gelince işte ağabeyim yaprak kesti, beni yaprakların üstüne yatırdı, koluna aldı, üstümü örttü.

Sabahleyin kalkıyoruz her şey yapışmış kandan. Ondan sonra “gidelim” dedi, yürümeye çalıştık, gitmeye çalıştık, ama zor tabii. Sonra geldik yine aynı köye.

Çocuğuz, karnımız aç, bir şey yiyeceğiz ki gidip babamızı bulalım. Akşamüstüydü, bize çökelek ekmek, yufka ekmek verdiler.

Sonra geldiler bizi vurmaya.

Bir karı koca geldi, onlar Ermeniymiş. Onlar kendilerini üstümüze attılar. Dediler ”Evvela bizi vurun sonra onları. Kamer Ağa, Ahmet Ağa Cive Keji dağda. Onlar bu köyü ateşe verirler, siz onların çocuklarını nasıl öldürürsünüz?’ diye.

Kurtulduk. Gece bizi yolladılar, yine düştük dağa. Dağda yürüyoruz, tabii yaralarım kurtlanmış. Aç susuzuz, ağabeyim yaprak getiriyor, o zaman yaprakların üstüne kahverengi bal yağıyor derdik, yağıyor, kudret balı derdik,  onu yalıyoruz, yürüyoruz dağda.

Babama gideceğiz. Bir yere geldik. Ağabeyim öyle diyordu, rahmetli, “susadım abi” dedim, bir yerden su bulsak, ‘gel bacım buradan dere akıyor, su içelim’ dedi. Harçik’te, üstümüz yayla...

Bize oradan, karşıdan bağırdılar, ‘asker durun’. Suyu içemedik. Gelip bizi aldılar. Ağabeyim sırtı yaralı olmasına rağmen yürüyor, ben yürüyemiyordum...”

AĞAÇ DEVİRİR GİBİ DEVİRDİLER GENÇLERİ

“Bir sürü insan yakalamışlar, genç, delikanlı, yaralı, yarasız insanlar. Bir sürü insan.

Yürüyoruz...

Bor’da Kızıltepe diye bir yer var oraya geldik. Çadırda hastane kurmuşlar, orada bizi sorguya aldılar.

Oraya gelirken, işin faciası büyük bir ormandan geçtik. Ormandan geçerken, bir baktım, bir sürü insan koşuşuyor ormanın içine doğru. Onların arkasına koydular makineli tüfekleri, taradılar. Böyle ağaç düşer gibi, nasıl dağlar devrilir ise devirdiler o gençleri Ondan sonra geldik Kızıltepe’ye. Geceydi, çeşme vardı su içmeye gittik ama asker bırakmadı. Çeşme akıyordu. O içimde büyük bir acı olarak kaldı.

Gece aldılar, sorguya çektiler. Babanın ismi ne, dedenin ismi ne, onlara ulaşmışlar tabii. Ondan sonra, babamın ismini söylemedim de dedemin ismini söyledim.”

KARA TRENE DOLDURDULAR

“Birkaç gün sonra Elazığ’a yolladılar bizi. Elazığ’da çadırlar kurulmuştu, orada tedavi ettiler. Sonra da kara trenlere doldurdular, öyle vagon, tren dediğim, yataklı oturaklı değil. Hayvan vagonu. Hayvan yolluyorlar o kara vagonlarda. Ne ekmek, ne su, ne yiyecek hiçbir şey…

Kütahya’ya geldik. İndirdiler bizi, yanımızda da Elif diye bir kadın var, çok güzel bir kadın, onu da bizim yanımıza verdiler. Kadın sonra çıldırdı, zavallı. Karanlık, beton handa, bir odada yatıyoruz. Yatıyoruz, ama kimse bize bir şey vermiyor ki, ne yiyip içeceğiz?

Kadın bir şeyler bulup bizlere vermeye çalışıyordu. O da demek bulamıyor, bize dedi ki ‘dileneceksiniz.’

Dilenmeye çıkıyoruz, öyle utanıyoruz ki, ben elimi açmıyorum, ağabeyim de açmıyor. Akşam beş kuruşsuz geliyoruz. Demek ki kadının canına tak etti, bizi sıhhiye dairesine teslim etti.”

BİZİ EVLATLIK VERDİLER

Sıhhiye dairesindekiler ağabeyimi evlatlık olarak, bir eczacının ; beni de bir subayın yanına verdiler. Orda da subayın Allahın belası bir oğlu var, adam zevk için beni dövüyor.

Ben şarklıyım, ‘Kürt’ diyor. Ondan sonra ailesi evden gitti mi, dersi bırakıp beni dövüyordu. ‘Bulaşık yıka diyordu’, ben korkudan artık üstümü kirletir oldum. Bir süre sonra onlar da beni sıhhiye dairesine bıraktı: ‘Bu çocuğu istemiyoruz’ diyerek.”

Xeycane’nin dramı bununla bitmez. Başka başka ailelere hizmetçi verilir. Her gittiği yerde şiddete, ayrımcılığa maruz kalır. 

Dört çocuklu Fahri Bey diye biri, Xeycan’ı evlatlık alır. Xeycan’ın buradaki mutluluğu da ‘okula gitmek istiyorum’ demesiyle bozulur.

“Tutturdum beni de okula yollayın. ‘Yok, sen gidemezsin, okuyup da Kürtlerin kraliçesi mi olacaksın?’ dediler. Ondan sonra ben de ağabeyime şikâyet ettim, beni çok dövüyorlar, götür beni buradan, dedim. Ağabeyim kaçırdı beni ve İstanbul macerası başladı.”

İSTANBUL’A YOLCULUK

Xeycan, İstanbul’da da okul arzusundan vazgeçmez. Bir kaç aileye evlatlık verilir. Her yerde hayal kırıklığı ve eziyet yaşar. İstanbul yolculuğu hüsranla son bulur ve yeniden Kütahya’ya götürülür, ağabeyi Kazım’a teslim edilir.

“Ağabeyim ne yapsın, götürdü beni şarklıların yanına, bizim taraflı değil, Bitlisli ya da Muşlu Kürtlerin yanına bıraktı. Bir süre sonra genç biriyle geri geldi. Beni aldı; ‘bunlar seni evlat edindiler. İyi insanlar, bunların evladı olacaksın’ dedi.

Alıp beni götürdüler. Askere gitti oğlu, kadın beni götürdü, bir resimciye verdi mi, sattı mı bilmiyorum. Getirdi o da eve. İki ufak çocuğu var ikisi de kundakta. İkisinin de altına bez bağlıyorlar. Kadınlar kirli bezleri bana verip, ‘git bu bezleri yıka’ diyor.  Bir sürü çocuk bezi… Geç, çabuk yıkayamıyorsun, kocasına ne söylüyorsa geliyor adam beni güzel bir dövüyor. ‘Sen niye güzel yıkamıyorsun?’. Gece içeride sıcak odada kendileri yatıyor, dışarıda avluda kar kıyamet, oraya bir keçe gibi bir şey koymuşlar, üstüme de bir kilim... Titreye titreye orda yatıyorum. Üstüme kar gelmiyor ama her taraf açık, buzlar damlardan sarkıyor. Nasıl oluyor da ben böyle yaşıyorum, inatçıyım diyorum, bir türlü ölemiyorum.’

ONLAR DA BENİ ARZUHALCİYE VERDİLER

-Ondan sonra ne oldu?

“Bir arzuhalci vardı getirdiler beni arzuhalciye verdiler. Çocuğu falan yok, iyi bir insan. Beni götürdü eve. Bir süre sonra kadın; ‘ya o ya ben.’ dedi. Adam beni alıp götürdü Kemal Efendi’ye verdi.  Kemal Efendi’ler de attılar beni bahçeye, kar yağıyor üstüme. Gündüzü bahçede geçiriyorum, üste de bir şey koydular, altıma da bir çuval...”

İSTANBUL’DAN KÜTAHYA’YA GÖTÜRÜLDÜM

İstanbul- Kütahya arasında gidip gelen Xeycan’ın son durağı yine İstanbul olur. İstanbul’a bir başka aileye evlatlık verilir. Orada da çok büyük eziyetler yaşar ancak hayali olan bir diploma almayı başarır.

EVLENECEKSİN DEDİLER

“Bana “evleneceksin” dediler. Kurtulmak için, evlendim. Yaşı benden büyüktü ama benim için bulunmaz bir şeydi. Hem anne, hem baba, hem eşti…”

İstanbul’da yaşayan Xeycan’ın hayatı bu evlilikten sonra değişir.

“Ben balık pazarına giderdim, her gün alış verişi ben yapıyorum. Hep aynı kasaptan alış veriş yapardım. Meğersem o da şarklıymış. Divriğili’ymiş. Bir gün dedi ki: ‘Hanımefendi size bir şey söyleyeceğim ama lütfen bana kızmayın.’ Buyurum Mehmet Bey dedim, niye kızayım. ‘Sizde öyle bir terbiye var ki tam bir Şark terbiyesi’. Ben de dedim Mehmet Efendi zaten ben de Şarklıyım…

‘Demeyin’ dedi, ‘nerelisiniz?’ dedi, Tunceli dedim...

‘Ah ‘dedi, ‘ben dedi Divriğili’yim. Siz o zaman Alevisiniz’ dedi. Alevi neyse ben bilmiyorum. 1938 felaketzedesiyim. Adam üzüldü...

‘Tuncelililerin kahvesine gidiyorum, belki orda tanıdık vardır’ dedi.

Sor dedim...

Sormuş. Oradan genç bir delikanlı demiş Cıve Kejin torunu kayıp, odur. Qemer Ağa’nın kızı.

Çocuk demiş, ‘ne olur beni onunla’ görüştür. ‘Ya kardeşim demiş zaten o istiyor, sen yarın saat 11’de bana et almaya gelir, gel onu görürsün’ demiş.”

ŞÜKÜR SENİ BULDUK QAMER AĞA YAŞIYOR

“Gittim. Genç bir delikanlı geldi, beni gördü, sormadan etmeden ayaklarıma kapanmaya çalıştı. ‘Oh bacım’ dedi, Allaha şükür seni bulduk. Baban sağdır, Kamer Ağa sağdır’ dedi.

Tabii ben heyecanla aldım bunu eve götürdüm. Rahmetli bey geldi, öyle medeni bir insandı, hiç demedi ‘kimdir bu erkek, niye gelmiş.’Durumu anlattım, benim babam sağmış, tanıyormuş dedim. ‘Hayırlısı olsun, inşallah sağdır.’ dedi. Oturduk yemek yedik.

Biz babamlara mektup yazdık. Cevap geldi: ”Alnında iz varsa benim kızımdır” dedi.

“İz var” diye cevap yazdık. Sonra ağabeyim kalktı geldi. 1961’de de eşim beni yolladı. Otobüs falan yok. Bilet aldı yataklı trenden Elazığ’a kadar.

Gittim...

SÜRGÜNDEN DERSİM’E DÖNÜŞ 

“Elazığ’a bir sürü insan gelmişti. Yalnız babam gelmemişti, nedense bilmiyorum, otobüsle Dersim’e geldik. Bir sürü akrabalar toplanmış. Allah allah diyorum, niye bu kadar insan toplanmış? Eniştem geldi, bak dediler, bütün dağ taş insan dolmuş, taşmış Dersim’e. Baban gelmemiş’ dedi. Baba orada oturuyor. Dediler ‘Yoo, o senin baban değil.’ Dedim o benim babam.”

BURANIN EN YAKIŞIKLI ADAMI BENİM BABAM

“Dediler ‘nerden bildin ki o senin baban?’. Çünkü dedim, buranın en yakışıklı adamı benim babam... “

“BİZ BİR KÖYE SIĞMAZDIK GELİP BİZİ ÖLDÜRDÜLER”

“İşte o yakışıklı adamın kızı Xeycan sırtında taşıdığı büyük acı ve yükle babasının sıcaklığına sığınır. Dönüp dağlara bakar ve son sözü yine o söyler:

 “Sır küpüydüm, hiç anlatmazdım, başıma gelenleri. Bu yaştan benden duyuluyor. Asla niye benim başıma gelsin, millet gelsin sülalemi yok etsin? Kurşuna dizsin? Benim sülalem kalabalık bir aileydi onu yediremiyordum. Neler oldu, neler bittiğini tabii ki siyasi yönünü bilmiyorum. Siyasi yönünü nerden bilebilirim? Ama öldürülmenin çok kötü bir şey olduğunu görüyorum, hissediyorum, yaşıyorum. Çok acı bir şey, bambaşka bir şey.

Neden? Bir türlü akıl erdiremiyorum. İnsan kendisini kaybediyor tabii. Bütün aileyi kaybediyorsunuz. Kocaman bir aile… Bir köye sığmazdık. Bir köy bizim kendi köyümüz, o köy doluydu. Hepsi bizim ailemiz. Köy de kendi malımız. Düşünün ki o köyde bir babam kalmış bir de biz iki çocuk, amcamın bir tek oğlu. O koca aileden geriye kalan…”

“GİDERKEN AĞLAMADIM, KOCAMAN BİR İNSAN OLARAK DOĞMUŞTUM”

“Ben Dersim’e gidince sevinçten nasıl ağlayayım ki, hiç ağlamadım. Sanki benim içimde kuşlar uçuyormuş gibi geldi bana. Etrafıma baktım benim insanlarım, ben yıllarca hasret yaşamışım. Sanki yeniden doğmuş, ama kocaman bir insan olarak doğmuştum.

Babam, sülalem, o insanlar, benim memleketimin insanları, beni karşılayan, kucaklayan, hasretle bana bakan insanlar.

O kadar güzel bir his ki, etrafıma bakıyorsunuz, size ait olan ağaçlar, toprak, taş, su, kuşlar, meşeler, dağ taş bastığınız her yer çocuklar cıvıl cıvıl, kirli pasaklı üstleri ama. Onu alıp içimde barındırsam; sarsam ki, içimde kalsın, dışarıya bir daha çıkmasın.”

Kaynak-YENİ ÖZGÜR POLİTİKA