Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Alevi Kürde Kimlik Yaması -1 -MUNZUR CEM

 

 

Cemal Şener`le yüzyüze konuşmuşluğum yok. Kendisini yazdıklarından biraz tanıyorum. Daha çok Alevilik konusunda yazar. Katıksız bir resmi tezci olduğu için yazıp çizdikleri de ona göre oluyor. Kafasındaki reçetelerin doğruluğunu kanıtalayabilmek için gerçekleri en kaba biçimde tahrif etmekten kaçınmaz.

Örneğin, “Atatürk ve Aleviler“ isimli kitabında, kaynak bile göstermeden iftira düzeyine varan aşağıdaki satırları yazdığı için kendisini sertçe eleştirme zorunluluğu hisetmiştim.

"Mustafa Kemal'i yakalayıp  İngilizler'e teslim etmek üzere emir alan Dersimli Çete Reisi Alişer:

'Paşam arkandayız meraklanma'

Mustafa Kemal, Erzurum'dan Sıvas'a giderken Çardaklı Boğazı'nda Dersim Alevi Kürt aşiretlerince basılacağı haberi gelir. Elazığ Valisi Ali Galip, Dersim aşiretlerini Mustafa Kemal'e karşı kışkırtmak istemektedir. Hareketten bir süre sonra Mustafa Kemal ve heyeti pusuya düşer. Pusuyu kuran çetenin kolbaşısı Alişer Efendi, 'Biz Ali Galip'in emrini dinlemeyeceğiz. Çünkü siz bu vatanın kurtarılması için çalışıyorsunuz: Biz size yardım edeceğiz' der."

Bir süre önce bu kez internet yoluyla “Alevilerin Etnik Kimliği“ başlıklı yazısı elime geçti. Şener, bu yazıda sözümona Alevilerin etnik kimliklerini irdelemeye kalkışıyor ama tüm çabası Kürtten Alevi olamıyacağını, Alevi Kürtlerin aslında asimile olmuş Türkler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktan ibaret kalıyor. Tabi böyle olunca da yazı, bir araştırma yazısı niteliğinden çıkıp, resmi ideolojinin sıradan bir propaganda aracına dönüşüyor.

Yazar, yazısına, Martin van Bruinessen`den şu alıntıyı yaparak başlıyor.

„Ritüel dili olarak neredeyse tamamen yalnız Türkçe kullanan ve hatta coğu Türkçe aşiret adlarına sahip olan Kürtçe ve Zazaca konuşan Alevilerin varlığı, bir çok yazarın izahat kabilinden hayal gücünü meşgul etmiş bir vakadır. Hem Kürt hem de Türk milliyetçilerinin bu grupların muğlak kimliklerini kabul etmekte güçlükleri olmuş ve bunlar sıkıcı ayrıntıları örtbas etmeye çalışmışlardır.“

Martin‘ in sözkonusu yazısını okumş değilim. Ancak eğer herhangi bir çarpıtma ya da yazım hatası yoksa, Martin bu noktada iki önemli yanlışa düşüyor demektir. Birincisi, İster Kurmanci isterse Kırmancki (Zazaki) konuşuyor olsunlar; Kürt Aleviler için „Ritüel dili olarak neredeyse tamamen yalnız Türkçe kullanan,“ belirlemesinde bulunmak pratik yaşamadaki gerçekle hiç ama hiç bağdaşan bir belirleme değil. Alevi ibadetinde Türkçe dualar olduğu ve bu duaların Kürt Aleviler içerisinde de edildiği doğrudur. Bunlar, Alevi Kürtlerin ibadetinde tali bir yere sahipler.

Daha önce bir çok kez yazdığım gibi, bu satırların yazarı, Alevi bir aileden geliyor. Dolayısıyla da kendi toplumunun ibadet dilinin ne olduğunu en iyi bilebilecek durumda olanlardan biri olması doğaldır. Dersim`de doğup büyümüş her inasınımzın bileblieceği ve bildiği gibi, bizim anne ve babalarımız ne güneş ve aya bakarken, ne kurban keserken, ne ziyarete giderken, ne Hızır ve Gağan bayramlarını kutlarken, ne adak sunarken, ne bebekleri yıkarken, ne lohusa kadını ziyaret ederken ve ne de haftanın belli günlerinde adak şeklinde mum yakarken Türkçe dua ediyorlardı. Bu dualar, tamamen kendi dillerindeydi, yani Kürtçeydi. Şahsen çocukluk ve gençlik yıllarımda onlarca Ceme katılmış biriyim. Bu cemlerde kullanılan dilin de yine Kürtçe olduğunu benim gibi Dersim´de büyümüş herkes iyi bilir. Buna karşın Türkçe dua yok muydu? Vardı elbet. Örneğin, Türkçeye „Gülbenk“ diye uyarlanmış olan, Kürtçesi ise „Gulvang“ ya da „Gulbang“ denilen dua çoğunlukla Türkçeydi. Ceme getirilmiş „niyaz“ın cem sonrasında dağıtımı sırasında da kimi dervişlerin Kürtçenin yanısıra, Türkçe dua okudukları da olurdu.

Zaman zaman bazı pir ve rehberler, beyit söylüyorlardı ki bunların çoğu Türkçeydi. Ancak beyitlerin söylendiği bu tür toplantıları kesinlikle cemlerle karıştırmamak gerekir. Dersim`de bunlar başka, cemler başkadır. Kanımca, Bruinessen de asıl yanlışa burada düşüyor ve Kürt Alevi cemlerini, deyişlerin okunduğu ayinlerle ya da Bektaşi cemleriyle bir görüyor, onların farklı niteliklerini gözardı ediyor. Alevi ibadetini ise bir bakıma deyiş ve Gulbang (Gülbenk)`lerden ibaret sayıyor.

Bruinessen`in, Jandarma Genel Komutanlığı tarafından hazırlanan bir rapordan aktardığı şu satırlar da dikkat çekicidir:

"Zaza Alevilere gelince: Bunlarda mezhep ve ibadet dili Türkçedir. Ayinlere iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedir...“

Daha önce de belirttiğim gibi Bruinessen`in yazısını okuyamadığım için bu satırları nasıl yorumladığını, karşıt görüşlere yer verip vermediğini bilemiyorum. Ama raporda yer alan iddianın, gerçekle bağdaşmadığı da gözönündedir. Başka şeyler bir yana, Türkçe bilmeyen bir toplumda, Türkçenin konuşulmasının zorunlu hale getirilemeyeceği, bunun maddeten mümkün olmayacağı açıktır.

Benim yaşıtlarım 1930`ları görmediler ama 1950`lileri yaşadılar. Eğer raporda belirtilen türden bir durum sözkonusu olsa idi, bunun bizim dönemimizde de görülmesi gerekirdi. Soykırım, yasak ve sürgünlere rağmen,  1930`lardan 1950`lilere gelindiğinde bölgede Türkçe geriledi de Kürtçe gelişme mi gösterdi denilemiyeceğine göre, başka türlü olması düşünülemez. Oysa, daha önce de belirttiğim gibi 1950`lerde bizim inadet dilimiz Kürtçeydi. Ben günlük yaşamda ne anne ve babamdan, ne komşularımdan, ne çevre köylerin halkından bir tek Türkçe dua, espiri, atasözü ya da masal duymamısımdır.

Alevi beyit ve nefeslerinden bir çoğunun Türkçe olmasının açıklanmasının Bruinessen`in belirttiği gibi güç olduğu kanısında da değilim. Bence bunun kaynağını İran Sarayı`nın, diğer bir deyişle şiiliğin etkisinde aramak gerekir.

Untumamak gerekir ki Osmanlılala İranlılar yüzyıllarca paylaşım yüzünden çekiştiler ki temel paylaşım alanı da Kürdistan`dı. Bu çekişme, sadece tarih kitaplarında okuduğumuz meydan muharebelerinden ibaret değildi elbet. Onun ekonomik, sosyal ve kültürel; ideolojik-politik boyutları vardı. İran Sahları bu mücadelede, inançsal nedenlerle genellikle Alevi kitle ile daha iyi ilişki kurma şansına sahip olular. Bu işin başını çekenlerin deyiş ve nefesleri ise çoğunlukla Türkçe idi. Özellikle de Sah Hatayi`nin bu konuda ne kadar yoğun bir çalışma yaptığı ve onun tarafından okunan dua ve nefeslerin sonradan Alevi ibadetinde çokça yeraldığı bilinmektedir. İşte dışardan gelen bu Türkçe duaların, Alevi Kürtler arasında da belli ölçüde yer edinmelerinin en önemli nedenini burada aramak gerekir. Bektaşi Tekkelerin`de dilin Türkçe olması, bu dilin yazı dili olarak kullanılma imkanına sahip olması ise beyit ve deyişleri kaybolmaktan kurtardığı gibi onlara yayılma olanağı verdi.

Şener, J. Genel Komutanlığına ait aynı raporda „20-30 yaşlarından yukarıdakilerle Türkçe anlaşmak mümkün iken 10 yaşından küçük çocuklarla Türkçe konuşmak imkanı ortadan kalkmak üzeredir,“ dendiğini ve „Bu netice Dersim Alevi Türklerinin benliklerini kaybetmeye başladıklarına ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana tesadüf edilmeyeceğine delilidir,“ eklemesinde bulunulduğunu belirtiyor.

Aslında bu tür değerlendirmelere ya da „Türklüğe yönelmiş tehlike“ye dönemin resmi belgelerine çokça rastlanmaktadır.

Örneğin, 1925 Direnişinin ardından Kürdistan`da bir geziye çıkan ve ayrıntılı bir rapor hazırlayan Çankırı Milletvekili ve TBMM Başkanı Abdulhaluk Renda da yine aynı konuya değinerek şöyle diyor:

 "Kürtler dillerini hakim kılmışlar ve Türkçe öğrenmeye muhtaç olmadan bütün işlerini görebilecek duruma gelmişler ve Türk erkeklerinin %80 ini Kürtçe öğrenmeye mecbur bırakmışlardır.“

1930 yılında Erzincan`dan Başbakan İnönü`ye yazdığı mektuplarda Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak`ın sergilediği tavır da bu çerçevenin dışında değil. Ancak O, oldukça dobracıdır ve J. Genel Komutanlığı`ndan farklı olarak Kürtlere Türk deme gereği duymuyor. Tersine onların Kürtlüğünü açıkça kabul ediyor ve kendilerine karşı askeri harekat da dahil, sert önlemler alınmasıni öneriyor:

„(...)

„Erzincan Merkez ilçesinde 10.000 Kürt vardır. Bunlar Alevilikten faydalanarak Türk köylerini Kürtleştirmeye ve Kürt dilini yaymaya çalışmaktadırlar. Bir kaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan`ı istila edileceğinden endişe edilebilir. Örfen Türk, fakat Alevi olan Türk köyleri Aleviliğin Kürtlüğü temsil ettiği zihniyetiyle ana lisanlarını terk ederek Kürtçe konuşmaktadırlar.Bu işe önayak olan, her şekavete yataklık eden Rusaray, Mitini, Sıncığı, Kürtkendi, Kelarik köylerinin aslı bir şekilde kayda tabi tutularak bunlardan gerekenlerin Trakya`ya nakli ve bölgelerdeki bazı reislerin il merkezinde ve polis nezareti altında ikamet ettirilerek emniyete alınmaları gerekmektedir. Türk olan Alevi köylerinin Kürtçe konuşmalarına ve Türk dilinin bütün bölgeye yayılması için esaslı tedbirler almaya ihtiyaç vardır.

3. İl bölgesindeki bazı memurların Kürt ırkına mensup olduğu bilinmektedir. Örneğin; Erzincan Sorgu Hakimi şevki Efendi`nin Kürtleri himaye ettiği ve geceleri evinde Kürtleri topladığı gerçekleşmiştir. Bu adamın her ne şekilde olursa olsun il bölgesi dışına nakline ve bu gibi memurlar hakkında da aynı işlemin yapılmasına lüzum vardır.

4. Arz ettiğim bu meselenin en önemlisi, birinci maddede dı geçen köylerin kesin surette tedibi ve ırkan Kürt olduğu kesinlikle bilinen bilinen memurların bir an önce yerlerinden alınmasıdır.“

Sonra ne oldu dersiniz? Sonra 1930 yılında Pülümür Harekatı başlatıldı, Kürtler şidedetli direniş gösterdiler; her iki taraftan da kayıplar oldu. Arkasından da Erzincan yöresinde Kürtçe çok katı bir şekilde yasaklandı.

Bu yasakla ilgili olarak Doç. Dr. Fikret Başkaya şunları yazıyor:

„Nüfusunun %3 ile % 4 dışında Kürtçe`den başka dil bilmediği dönemde, Kürtçe`nin kullanılması yasaklanmıştı. (Resmi olmayan durumlarda) Kürtlerin yaşadığı kent merkezlerinde bu yasağa uyulmasını sağlamak amacıyla memurlar görevlendiriliyordu. Köyünden sınırlı artık satmaya gelen Kürt köylüleri hiç Türkçe bilmediklerim için „kontrol memurları“na yakalanmaktan kurtulamıyorlardı. Erzincan Valisi Ali Kemali Bey`in yazdığına göre, her Kürtçe kelime için beş kuruş ceza kesiliyordu. Bir koyunun eli kuruşa satıldığı dönemde 1930`lu yıllarda beş kelimelik iki cümleyle meramını ifade etmek zorundaki bir kişi bir koyun değerinde ceza ödemek zorunda kalıyordu... Satış için çevirmene başvurma zorunluluğu nedeniyle satıştan elde edilen gelir, ceza olarak ödenip elden gidiliyoru.“ (Doç. Dr. Fikret Başkaya, Paradigmanın flası, Doz Yayınları, İstanbul, 1991, s.56)

Burada şunu da unutmamak gerekir; Türklerin asimilasyonuna dair yapılan bu tür değerlendirmeler, Alevi Kürtlerin yaşadıkları bölgelerle sınırlı kalmıyor. Sünni Kürt bölgeleri için de benzeri tablolar sık sık karşımıza çıkmaktadır.

Bence 1930`lu yıllarda yazılan bu tür raporları değerlendirirken, en başta devletin o yıllardaki Kürt politikasını gözardı etmemek gerekir. Nedir bu politika?

1930`lu yıllar, ırkçı „Türk Tarih Tezi“nin şekillendiği ve buna uygun katı adımların atıldığı yıllardır. Bu teze göre, Türkler çok eski dönemlerde yaşadıkları bölgelerden çıkarak dünyanın dört bir yanına yayılmışlar, oralara medeniyet taşımışlar. Eski büyük uygarlıklar, (Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Çin, Latin Amerika dakiler dahil) Türklerin eseridir. Türkler medeniyetin babasıdırlar. Türk Dili bütün dünya dillerinin anasıdır (Güneş-Dil Teorisi) vs.

Bu dönem, aynı zaman Kürtlerin varlığının inkar edildiği, onların dağ Türkleri olarak ilan edildikleri yıllardır. Resmi teze göre Kürt diye bir halk olmadığı gibi, Kürtçe diye bir dil de yoktur. Kürtçe denilen dil, Türkçenin dağlarda yaşayan bozuk bir şivesidir. „Kürtlerin kökeni, kimliği, dili ve kültürü ile ilgili“ resmi raporların ise bu ideoloji ve politikaya hizmet etmek amacıyla hazırlandığı tartışma götürmez. Tabi aynı devlet bir yandan Kürtlerle ilgili ısmarlama tezler hazırlatırken, bir yandan da bu konuda en küçük bir farklı görüşe hayat hakkı tanımıyor, tartışma olanağını ortadan kaldırıyordu. Bu, öyle bir dönemdi ki resmi teze aykırı anlamda Kürt sözcüğünü kullanmak bile kelleyi koltuğa almakla eşanlamlıydı.

Devlet yöneticilerinin bu yönde yazıp söyledikleri, bu dönemde Kürt halkına karşı sürdürülen baskı ve şiddet politikasına, inkar ve asimilasyon çabalarına uygun zemin hazırlamak ya da onun haklılığını kanıtlamak çabasından ibarettir. Devletçe verilmek istenen mesaj özünde şu idi: Kürtlerin yaşadıkları bölgelerede eskiden Türkler vardı, bu Türkler asimile oldular, dolayısıyla da Kürt diye bilinenler Türktürler. Kürtlerin Türkleri asimile etmeleri durumu bugün hala da devam ediyor. Türklük tehlikededir. Böyle olunca da Kürtlerin şiddetle cezalandırılmarı ve Türkleştirmenin yangınlaştırılması hem Türklere yönelik güncel tehlikeleri önlemek bakımından önemlidir ve hem de bu yolla eskiden Türk olan insanların asıllarına dönmeleri sağlanır ki bu tarihi adaletin gerçekleşmesi anlamına gelir.

Beri taraftan, Alevi ibadetinde Türkçe duaların bulunuşunun, etnik kimlikle bir ilişkisi olamıyacağı da gerçeğin bir diğer yüzüdür. Diyelim ki İslam dininde ibadet Arapçadır. Bundan hareketle Araplar dışında kalan müslüman halkları ve tabi bu arada Türklerle Kürtleri Arap asıllı olarak görmemiz mi gerekir? 

Öte yandan Türklükle Alevilik arasında sunni bağlar kuran ve hatta Aleviliği „Türk Düşünce Tarzı“ ya da „Türk İslamı“ diye yutturmaya kalkışanların, şu noktaları nasıl açıklayacakları merak konusudur.

1. Cemal Şener`in de belirttiği gibi Türkler Alevilikle 10-11. yüzyıllarda  tanıştılar. Peki ondan önce Alevilik yok muydu? Elbet her yönüyle bugünkü gibi olmasa da vardı. Aleviliği Îslam`ın bir mezhebi olarak algılasanız da vardı, onu bu satırların yazarı gibi İslam`dan etkilelen islamdışı bir inanç olarak görseniz de...

2. Saptayabildiğim kadarıyla, Alevi din adamlarının sıfatları ile ibadette kullanılan temel terimlerin hiç biri Türkçe değil. Örneğin, Pir, rehber, dede, ana, baba, mürşid, şıx (şıh), sêyid (sêy), derviş, talib, Gulbang (Gulvang), sema,  ziyaret, cem, çıra, çıralıx, bêyit vs. Bunların bir bölümü Farsca ve Kürtçe, diğer bölümü ise Arapça ya da öteki dillerden gelmedir.

3. Heteredoks, ya da islamdışı bağımsız dinler olarak kabul edilen dinlerin kaynağı Kürdistan`dır. Diyleim ki Ehli-Haq, Ezdilik, Şebeklik gibi Aleviliğe çok yakın olan inançlar, Kürt halkı arasında varlıklarını sürdürmekteler.

Aleviliği elbet bir halka maletmek mümkün değil. O, değişik halklardan insanların inancıdır. Ama eğer tarih içersinde değişik toplumların bu inançla ilişkileri irdelenecek olursa, Kürtlerin ona en yakın halklardan biri olduğu da rahatça görülebilir. Daha doğrusu İrani bir halk olan Kürtler, Türkler gibi sonradan gelip Alevilikle karşılaşmadılar. Onlar, bu inancın şekilendiği toprakların bir halkı olarak uzun süren tarihi süreçte, onun temelini oluşturan inanç ve kültürlerle içiçe, yanyana yaşadılar. Bu hamurun yoğurulmasında onların payı küçümsenecek gibi değil.

Osmanlı Devleti Türkleri asimile mi etti? 2.Bölüm
 

Cemal Sener, yazısının bir yerinde „Demek ki; Aleviler önce Türkçe biliyorlar. Türkçe`nin yerini Kürtçe ya da Zazaca alıyor. Bu durum, Türk tarihi, Osmanli-Alevi ilişkileri, Osmanlı-Kürt ilişkileri ile de koşut sayılır. Osmanlı`da kuruluş yıllarında Türkmen ayrılığı vardı. Bu Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar devam etti. Dönme devşirme geleneği Osmanlı`da hakim oldukça Türkmen düşmanlığına koşut olarak Alevi düşmanlığı da arttı. Türkmen`in önünde iki yol vardı. Ya Sünnileşip ümmetleşecekti veya „katli vacip“ti. İşte Osmanlıya karşı bitip tükenmek bilmeyen Celali Ayaklanmaları böyle başladı. Merkezi otoritenin güçleri karşısında yenilen Türkmen`in önünde canını kurtarmak için tek yol kalmıştı. Kuş uçmaz kervan geçmez dağ köylerine yerleşmek Türkçeyi derhal unutup Kürtçe ya da Zazaca öğrenip canlarını kurtarmak. İşte Horasan Türklerinin Kürtleşme macerası böyle başlıyor.“

Aslında bu satırlara gözatan sıradan biri, burada yapılanın tarihe ilişkin bir yorumdan çok, bir senaryo yaratmak olduğunu anlamakta zorluk çekmez sanıyorum. Bir kere yazar, Celali isyanlarını sırf Alevi Türkmen isyanları olarak görüyor ve bunlara neden olarak da Osmanlı‘nın Alevi politikasını gösteriyor ki her iki belirleme de gerçekçi değil. Ne Celali İsyanları sırf Türkmen isyanlarıdır, ne de onların tek neden Aleviliğe yönelik baskı politikasıdır. İsyanların temelinde, bundan öte bir dizi ekonomik ve sosyal nedenler var.

Peki bu isyanlar sırasında Türkmen ya da öteki halklardan insanların canların kurtarmak için Kürdistan`nın dağlık bölgelerine sığınmış oldukları düşünülemez mi? Elbet düşünülebilir. Ne var ki bu iş oldu mu omadı mı, olduysa hangi dönemde, nasıl oldu? Kimler gelip gittiler, nerelere yerleştiler; gerçekten asimile mi oldular, yoksa asimile mi ettiler; bunlar ciddi araştırma konularıdır. Oysa Şener, bu koulara ilişikin tek bir somut bilge ve belge veremiyor. Somut verilere dayalı olmayan şeylerin ise bir iddia olmaktan öteye gitmeyecekleri açıktır.

Ancak eğer Osmanlı döneminde asimilasyon olayı irdelenirse, ortaya çıkacak sonucun hiç de Şener`e haklılık kazandıracak tarzda olamıyacağını peşinen söylelyelim. Bakın nasıl?

Bir kere Osmanlının devlet dili Osmanlıcadır; yani Osmanlı Türkçesi.. Devletle halk arasındaki ilişkilerde kullanılan dilin Türkçe olması ise ister istemez Türkçenin yaygınlaşmasına hizmet eder ve pratikte de öyle olmuştur.

Osmanlı tarihinin aynı zamanda bir devşirme tarihi olduğu biliniyor. Sırf Yeniçeri Ocakları`nın yüzyıllarca Hristiyan çocuklarını devşirmekle; diğer bir deyişle onlara Türkçe öğretip asker yapmakla, oynadığı role bakmak bile, Şener`in söylediklerinin ne kadar havadan şeyler olduğunu ortaya koyar.

Söz bu konulardan açılmışken, Bektaşi Tekkeleri`nin rollerine değinmeden geçmek de olmaz. Kimi araştırmacılar tarafından „İskan ve Kolonolizasyon“ kurumları olarak nitelendirilen bu Tekkeler, yüzyıllarca, bir yandan Aleviliği Bektaşiliğe çekme, diğer yandan Türkçeyi yaygınlaştırma gibi bir fonksiyona sahip oldular.

Asimilasyon üzerine konuşurken şunu utmayalım; Türk boyları Anadolu‘ya geldiklerinde nüfusun oldukça küçük bir bölümünü oluşturmaktaydılar. Ama Türkler iyi organize oldular, devletler kurdular ve zamanla dillerini yaygınlaştırdılar. Bugün Türk olduklarını söyleyenlerin büyük çoğunluğunun asimile edilmiş bu yerli halkların, özellikle de Hristiyan halkların çocukları oldukları tartışma götürmez. Açık söylemek gerekirse;  eğer C. Şener`in mantığıyla yola çıkılırsa, Türklerin Anadolu`da bir azınlık durumuna düşerler. Yani o ve onun gibilerinin, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaları işten bile değil.

Öte yandan, pratikte de rahatlıkla görülebileceği gibi Arnavut, Boşnak, Bulgar ve öteki bir çok halktan insanlar, Alevi ya da Bektaşi olup türkleşirlerken, Kürdistan`da neden bu çark hep tersine dönmüş olsun? Diğer bir deyişle neden hep Türkmenler asimile olmuş olsunlar? Kürtlerin de asimile oldukları düşünülemez mi? Günümüzde eğer bazı yerlerde Kürtçe bilmeyen, yani Türkçe konuşan Aleviler kendilerine Kürt diyorlarsa, nedeni nedir bunun? Bu, en başta onların asimile olmuş Kürtler olmalarından ileri gelmiyor mu?

Bütün bunlar gözönüne alındığında ise Cemal Şener‘in Osmanlı dönemini değerlendirirken „Türkçe bilenin `katli vacip`tir“ demesi ya da „Ben babam`ın Kürt olsa idi asimile olamıyacağını tam tersine Türk olduğu için asimile olduğunu, Türk Tarihini, Osmanlı Tarihini ve Alevi Tarihini okuyunca öğrendim,“ demesinin bir değer taşımayacağı açıktır.

O istese, Osmanlı döneminde, Kürtlerin asimile edilişlerine ilişkin bir sürü bilgiyi edinebilir, pek çok örnek olay görebilirdi. Gezip gördüğünü söylediği Erzincan, Elazığ ve Malatya yöresinde, böylesi düzinelerle köy var.

20. Yüzyılın başalarında Kürdistan`da bir geziye çıkmış olan Binbaşı Noel, anılarında bu konuya ilişkin olarak bakın neler söylüyor?

„Kürecik Kürtleri arasında

2 Eylül 1919

Gurrejik (Kürecik) Kürtlerinin başı olan Ömer Ağa`nın ikametgahına varmak için bugün Urem köyüne kısa bir yolculuk yaptık...

Aşiret toplam 2520 haneli 38 köyden oluşmaktadır. Bunların  içinde 495 haneli 4 Türk köyü de bulunmaktadır.

Yola yakın ovada bulunan ve hükümet ile daha yakın  ilişki içinde bulunan büyük köylerden üç veya dördünde köylüler, özellikle de daha eğitimli olanlar, Türkçe`yi Kürtçe`ye tercih etmektedirler ve gerçekten de bazıları Kürtce’yi tamamen unutmuşlar. Kendi dillerini bilmedikleri için ayıplandıklarında ise, akıcı bir şekilde Türkçe kullanmadıkları zaman, hükümet memurlarına ulaşamadıklarını söyleyerek kendilkerini haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Köylerin coğunda ise, köylüler sadece Kürtçe konuşmaktadır; sadece bir-iki büyük Türkçe bilmektedir.“ (Binbaşı Noel`in Günlüğünde Orta Anadolu Kürtleri-6, haftalık Hêvi Gazetesi Mayıs 1998, sayı 77, İngilizceden çeviri: Huri Tuşik Özkurt)

Horasan`dan gelme olayı ve Alevilik, Kürtlük, Türklük

Aleviliği bir Türk inancı, Alevi Kürtleri de Türk göstermeye çalışanların vazgeçilmez malzemelerinden biri de Horasan`dan gelme olayıdır. Tabi kimler, ne zaman, nasıl gelmişler; bu konuda netlik yok. Sözkonusu olan, kimi söylentilerdir.

Horasan`dan gelenler üzerine kafa yorarken en başta şunun unutulmaması gerekir. Horasan`da yalnız Türkmenler değil, Farslar ve Kürtler de yaşıyorlar. Yani Horasan bir Türk yurdu değil, Farsın, Kürdün, Türkmenin ortak yurdudur. Dolayısıyla da bu ülkeden Kürdistan`a söylendiği tarzda göçler olmuşsa bile bu, gelenlerin mutlaka Türkmen olduklarını göstermez. Bunlar pekala Kürt de olabilirler ki öyledir de. Kaldı ki Dersim yöresinden bu ülkeye, yani Horasan`a Kürtler`in yollandığı, daha sonra ise orayı Dersim arasında gel-gitler olduğu bilinen bir gerçektir. 

"...İran`ın Kuzeydoğu eyaleti kuzey-doğu Horasan`da bir kaç yüzbin Kürt yaşamaktadır. (...) Buradaki aşiretler üç grupta toplanmıştır. Şadlû, Zefiranlû ve Keyvanlû. Kullandıkları dil Kurmanci`dir. (...) Özgün gelenekleriyle, Çemişkezek diye adlandırılan geniş aşiretten gelmekteler. Çemişkezek`liler buraya, 1600`de şah Abbas tarafından Özbek ve Türkmen`lere karşı sınır korumacılığı için gönderildiler. Daha küçük Kürt aşiretlerinden küçük gruplar, bir süreden beridir buralara yerleşmiş durumdalardı zaten. Geriye kalanlar da daha sonra, gene şahlar tatafından oraya gönderilmişlerdi." (M. von Bruinessen, Ağa, şey ve Devlet,  s.  213.)

Yazar Mehmet Bayrak ise aynı konuya ilişkin şöyle söylemektedir:

"Safevi  şahları tarafından Kuzey Horasan`a yerleştirilen ve kuzeydeki sünni Özbeklere ve Türkmenlere karşı kullanılan Dersim kökenli bu Alevi-Kürt aşiret topluluklarından bir bölümü, savaş sonrası barış aşamasında eski topraklarına geri dönüyorlar. İşte "Horasan`dan gelme olayı" budur. 

Gerçekten bugünkü aşiret durumuna bakılırsa, Horasan`daki aşiretlerin -ki buradaki iki aşiret konfederasyonundan biri Zafiranlû (Çemişgezek), diğeri şadlû`dur. Birincisi Dersim`i n Çemişgezek, öteki şadyan aşiretiyle bağlantılıdır. Aşiret alt birimleri Dersim`in bir yansıması gibidir." (Mehmet Bayrak, Azadi Gazetesi, 12-18 şubat 1995 ve 19-25 şubat 1995)

Beri taraftan, Dersim`e daha büyük göçlerin bugünkü İran ve Îrak Kürdistanı`ndan olduğuna da kuşku yok. Örneğin, İşak Sunguroğlu`nun bu göçlerle ilgili olarak verdıği bilgiler dikkat çekicidir. 

"... Şah Îsmail ise, zaptettiği bölgelerde emniyeti temin etmek için kendi tebaasından olan Dinbilli aşiretini tedibe girişince etrafında bulunan bütün Îrak Kürtleri korkularından batıya doğru kaçmağa başlamışlar ve gelip Van, Bitlis, Diyarbekir, Harput gibi dağlık bölgelere yayılmışlar ve bunlardan bir kısmı bilhassa sarp dağlara ve vahşi meşe ormanlarına sahip ve aynı zamanda yol uğrağı da olmayan Dersim`i bir yurd olarak seçmişler ve buraya yerleşmişlerdi." (İşak Sunguroğlu, Harput Yollarında, 1958, c. 1. s.134-135. Malmisanıj, Kırd, Kırmanc, Dımıli veya Yaya Kürtleri, Deng Yayınları Broşür dizisi, 1996, s.41-42`den naklen)

Kırmancki (Zazaki)  konuşan Kürtlere aynı zamanda Dımıl dendiği, Dinbilli de dahil bu terimin çeşitli varyantları olduğu bilinmektedir.

Sunguroğlu`nun verdiği bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Îrak Kürdistanı`ndan kuzey-batıya doğru gerçekleşen göç, sadece Dersim`e değil, aynı zamanda Van, Diyarbekir, Bitlis ve Harput yörelerinedir. Bugün Dersim`de bulunan bazı aşiretler (Alan, Demenan, Haydaran), aynı isimlerle Ağrı, Van ve Hakkari yörelerinde de yaşıyorlar. Diyarbekir, Bitlis, Bingöl ve Elazığ illerinde yoğun bir Zaza/Dımıl nüfus var. Bu göçlerin yapıldığı yerlerde; yani Kürdistan`ın Güney parçasında Lolan ve Alan bölgelerinin bulunması ise ayrıca dikkat değer bir olgudur.

Sunguroğlu yukarıya alınan sözlerinin devamında, bahsi geçen göçten sonra şah İsmail`in Rumyeli Nur Ali Halife adında bir Kızılbaş şeyhini Dersim`e yolladığını, onun da orada şiiliği yaygınlaştırarak mezhep çelişkilerini yaygınlaşmasına neden olduğunu da söylüyor. Dersimlilerin şii değil de Alevi oluşları gerçeği bir yana bırakılırsa verilen bu bilgiler doğrudur.

Cemal Şener`in aktardığına göre, araştırmacı İrena Melikoff Alevi Türklere Kürt denildiği şeklinde bir görüşe sahip. Melikoff`un, bunu neye dayanarak söylediğini bilmiyorum. Kesin olarak „böyle bir belirleme yoktur“ demek istemem ama Alevi Kürt bir aileden gelmeme, 30 yılı aşkın süredir bu kesim içerisinde çeşitli çalışmalar yapmama rağmen bu tür bir belirlemeye şahsen rastlamış değilim. Dersim`de Türk Aleviler için „Tirkê Elewi“ (Alevi Türkler) deniyor. Ama Kürt olup da asimile olmuş Kürtlere „Kürt“ dendiğini de yakından bilenlerdenim. Elazığ, Erzincan ve Malatya yörelerinde bu durumdaki Kürtlere rastlamak mümkün. Yozgat, Tokat yörelerinde de böylelerinin bulunduğunu farklı kişilerden duymuşumdur.

Nitekim bu belirlemeye, yani Alevi Türklere „Türk“ denilmesine, Dersim halk türkülerinde de rastlanıyor. Örneğin, 1930`lu yıllarda komşu Boliyan aşiret reislerinden Diyap Ağa tarafından öldürtülen, Keçelan büyüklerinden ünlü Munzur Ağa üzerine söylenen türkünün bir varyantında:

Munzur Axayi sare no ra,

Bêrê şêrê diyarê Erzıngani
Sıma ve Heq kenê,
Bayremê Tırkan o“
Munzur Ağa cansız yatıyor
Tanrı aşkına gelin
Cıkın Zirveye bakın Erzincan`a
Türklerin bayramıdır.
Bir diğer varyanta da:

„Mircani ser o tef û duman o
Vanê, sona diyarê dewanê Tirkan
Bayremê Tirkan o
Vanê, „no wo ke kişiyo begê kirmancan o.“

Mırcan`ın tepesi duman
Derler „Türk köylerine bakan zirvelere gidersen
Türklerin bayramını görürsün
Derler „Öldürülen, Kürtlerin Beyidir.“

Yeri gelmişken şunu belirtmek gerekir: Munzur Ağa`nın köyü Mırcan, Mırcan (Mercan) değının eteklerinde ve Dersim tarafındadır. Dağın öte yakası ise Erzincan sınırları içerisindedir ve buralarda Kürtler, Ermenilerle birlikte Türk köyleri de var. Sözkonusu Türkler, Alevidirler. Munzur Ağa`nın öldürülüşünün onlar arasında büyük sevinç yarattığı ve bunu bir bayram havasında karşıladıkları ise doğrudur.

Dersimlilerin Türkçe macerası

Resmi tezci araştırmacıların ve özellikle de bölgede görev yapmış yöneticilerin, ötedenberi Alevilerle ve özellikle de Dersimlilerle ilgili yazılarında bu bölgede Türkçe konuşanların miktarına ilişkin gerçekte varolmayan tablolar çizdikleri biliniyor. Daha önce değinilen J. Genel Komutanlığı raporunda da belirtildiği gibi, yerine göre bir yanda bu tür yanlış bilgiler „Herkes ayinlerde Türkçe konuşmak zorundadır,“ noktasına kadar vardırılırken, bir yandan da „Kürtlerin, Alevilikten yararlanarak Türkleri asimile ettikleri“ ileri sürülüyor. Yani resmi araştırmacılar, politik amaçlarına bağlı olarak yerine göre, durumu değiştiriyor, birbirine zıt şeyler söylüyorlar.

Beri taraftan bugünü bir kenara bırakalım; elbet Dersimliler içerisinde eskiden de Türkçe bilenler vardı. Bunun nedeni ise kimilerinin iddia ettikleri gibi onların Türk ya da Türkmen olmaları değil, başka şeylerdi:

1-Alevi Kürtler coğrafi yerleşim itibariyle Türklere komşudurlar. Bu da ister istemez onları bir çok yerde günlük yaşamda (çarşı-pazarda) yüzyüze getiriyordu.

 Alevi Türklerle Kürtlerin yanyana ya da içiçe yaşadıkları bölgelerde din adamları genellikle Kürtlerdendir. Yani Kürt din adamları, sadece oradaki Kürtlerin değil, aynı zamanda  Türk Alevilerin de pir ve rehberleridirler. Dersim`li pir ve rehberlerin, Bayburt`a, Gümüşhane’ye, Sıvas`a kadar giderek taliplerini ziyaret ettikleri biliniyor. Böyle olunca da din adamlarının talipleriyle daha iyi anlaşabilmek için Türkçe öğrenmeleri doğaldır.

2-Devletle ilişkiler nedeniyle insanların Türkçe öğrenme gereğini sürekli duydukları bilinen bir gerçek. Zaten başka türlüsünü düşünmek de mantıki değil.

3-İnanç ortaklığının, Alevi Kürt ile Türk arasında, iki yanlı olarak birbirlerinin dillerini öğrenmeyi teşvik eden bir neden olduğunu kabul etmek de aynı şekilde mantıkidir.

4- Dersim, Erzincan ve Malatya yöresi Alevi Kürtleri, eskidenberi geçim nedeniyle Türkiye`nin batısındaki iş merkezlerine gidip çalışmaktalar. Erzincan-Trabzon ve Îstanbul hattının hem geçen yüzyıllarda, hem de 20. Yüzyılın ortalarına kadar oldukça canlı olduğu ve birhayli Dersim Türküsünde ondan bahsedildiği biliniyor. 19. Yüzyılın sonlarında, Îstanbul`daki Kürt hamalların çoğunluğunun Alevi Kürtlerden oluştuğu söylenebilir. Enazından sayıca önemli bir kitleydi bunlar. Balya ve öteki kimi maden yatakları da aynı şekilde cazip iş merkezleridir.

Örneğin, Karesi eski Mutasarrafı M. Ali Bey, anılarında, 1908 yılında Balya Madenlerinde meydana gelen bir grevle ilgili bilgiler verirken, önce Bandırmaya, oradan da bir araba tutarak Balya`ya gittiğini, bir kaç bin işçinin daha yolda iken kendisini karşıladığını söylüyor ve, „İşçinin başnda Kürt taifesinden Mevlüt isminde bir topal vardı. Bu adam bana hitap ederek bir de nutuk söyledi.“  diye ekliyor

 

Oya Baydar, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi`nden nakleden, A. Taş, Türkiye Kürdistanı: Ekonomik ve Sosyal Yapı, 1985, s.181)

Zonguldak kömür madenleri, daha 19. Yüzyıldan itibaren Dersim ve Erzincan`lılar için çok sayıda kişinin çalışmaya gittiği önemli bir iş alanıdır.

5-Dersimliler okumaya açık insanlardır. O yüzden de, hali-vakti yerinde olanlar, ötedenberi olanak buldukça çocuklarını okullara göndermekten geri kalmazlar.

İşte bütün bunlar, Dersimliler arasında Türkçe bilme oranını nisbeten yükselten nedenlerdir. İslami eğitim görme isteği nasıl ki Sünni Kürtleri, medreselere yöneltiyor ve Arapça bilenlerin sayısının çoğalmasına neden oluyorduysa, Alevi Kürtler de bu iş Türkçe`nin lehine gelişiyor. Ne var ki Kürt medreselerinde eğitim dili aynı zamanda Kürtçe olup, öğrenciler buralarda Kürt dili ve edebiytını öğrenme olanaklarına sahip iken, Alevi-Kürt öğrenciler böyle bir olanaktan yoksundular. Bu da ister istemez, daha fazla Türkçe düşünmeye, konuşmaya ve yazmaya itti.

Ne var ki yine de Dersimliler arasında Türkçe bilenler sanıldığı kadar çok olmadı ve Türkçe, hiç bir dönemde halkın günlük yaşamına giremedi.

Söz Türkçe konuşma meselesinden açılmışken, İhsan Sabri Çağlayangil`in anılarında yeralan bir olaya değinmek yerinde olur. 1937 yılında Elazığ`da görülen Sêy Rıza ve arkadaşlarının davasını, görevli polis komiseri olarak izleyen ve Sey Rıza`yı darağacına bizzat götürmüş olan İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında bu olaya değinirken „Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi idam cezasına çarptırılmış. (...)

„Verilen hükmü iyi anlamadılar.

„“İdam Tünne“ diye bir veyvela koptu,“ diyor.

Üstelik, düşünün ki bu davada yargılananlar, Dersim`in ileri gelenleri, yani Türkçe öğrenme şansı en yüksek olan kesimidir.

Devlet yetkililerinin, köyleri ziyaretleri sırasında sürkli olarak karşılaştıkları kişiler, Türkçe konuşabilen bu kesimdi. Türkçe bilmeyen erkeklerin ise doğal olarak onlarla herhangi bir diyalogu olmazdı. Kadınlar arasında ise Türkçe bilen zaten hemen hemen yoktu. Dolayışıyla da günlük yaşamda yeri omayan Türkçe`nin çocuklar tarafından bilinmesi de mümkün değildi.

Türkçe`nin Dersim`de, çok sınırlı da olsa günlük yaşama girmesinin ilk basamağı, 1938 sürgünlerinin 1950`lerde geri dönüşleridir. Sayıları az da olsa sürgünden dönen bazı ailelerin, biraz da fiyaka olsun diye zaman zaman Türkçe konuştukları oluyordu. Ama bundan da önemlisi, 1950`lerden sonra tamamen asimilasyona göre programlanmış, devşirme yuvaları niteliğindeki Yatılı Böge Okullarının devreye girmesi,  erkeklerin askere gidip gelmek zorunda oluşları, iş amacıyla bölge dışına kitlesel gidip-gelmelerin ortaya çıkması, 1960`lardan itibaren okul sayısında meydana gelen hızlı artıştır. „Ulusal talepler önemli değil, önemli olan sınıf mücadelsidir, işçi sınıfının dili birdir, dil ve kültürün fazla bir önemi yok,“ anlayışına sahip olan Türk Sol hareketinin bu işe, yani asimilasyona büyük katkı sağladığını altını çizerek belirtmek gerekir.

Yeri gelmişken şunu da belirteyim; Alevilerle ilgili yazı yazmaya başladığımdan beri Dersim dışındaki bölgelerde Alevi Kürtlerle sürekli konuşmaktayım. Bunların ibadet dili ile ilgili verdikleri bilgiler de Dersim`deki durumla paralellik gösteriyor. Hemen tümünün söylediği şey, ibadet dilini bir süre öncesine kadar Kürtçe olduğu, Türkçe`nin sonradan yerleşmeye başladığı şeklinde oldu.

Alevilerde ibadet dili ve Kürtçe dualar hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler, daha önce de bahstettiğim bana ait „Dersim`de Alevilik“ isimli çalışmamın 123. sayfasındaki „Kürt Alevilerde İbadet Dili ve Dualar“ bölümüne, Mehmet Bayrak`ın „Alevilik ve Kürtler“ kitabının 120 ve sonraki sayfaları ile Deng ve Birnebûn dergisinde çıkann yazılarına, Kırmancki olarak yayınlanan Vate Dergsinin Wısar 2000, 11. Sayısında yer alan Ceko`ya ait „Cem Cemat“ başlıklı yazıya bakabilirler.

Yine yer adlarına ilişkin olarak da gerçekte varolmayan, abartılı tablolar çiziliyor. Hata yöneticiler bu yola başvururken, önce yer ve aşiret isimlerini keyiflerine göre değiştiriyor, Türkçeye çevirisini yapıyor veya orijinalini değiştirip Türkçeye uygun bir form veriyor, arkasından da bunu Türkçe isimlere örnek olarak gösteriyorlar. Ya da hem Kürt hem de Türk toplumunda kullanılan ortak kişi isimlerini taşıyan aşiretlere ait isimler, yine Türkçe isimler diye lanse ediliyor.

Bu nedenle de Dersim`de yer isimlerinin „çoğunluğunun“ ya da „büyük çoğunluğunun“ Türkçe olduklarına ilişkin değerlendirmeler, gerçek durumu yansıtmiyor.

Aşiret isimleri bakımından da durum farklı değil. Örneğin, resmi dökümanlarda ya da konuyla ilgilenen bazı kişilerin çalışmalarında aşiret isminin sonuna „lı“ eki, veya „uşağı“ sözüğü getiriliyor (Alanlı, demenanlı, Lolan uşağı, şemkan Uşağı vs).

Açıktır ki bunlar, Kürt aşiet isimlerinde olmayan, sonradan eklenmiş şeylerdir. Halk arasında kullanılmazlar. Kürtçe aşiert isimlerinin sonunda normal olarak „an“ çoğul eji var (Kurêşan, şixmamedan, şadyan, Abasan...). Dersim`de „an“ çoğul eki „ûn“ şeklinde telaffuz edilir, hata pratikte, sondaki „n“ harfi de atılır ve „û“ ile bitirilir ((Kurêsû, şixmamedû, şadiyû, Abasû...). Kimi yörelerde ise bu ek „on“ dur.

şöyle bir düşünüyorum da; Kurêşan, Alan, Demenan, Lolan, Heyderan (Haydaran), Arêzan (Areyan), Bamasuran, İzoliyan, şadiyan, Suran, şıxmamedan, Pilvankiyan, Gulabiyan, Baliyan (Boliyan), Karsanan, Çarekan, Zerkan, Melkişiyan, Xormekan (Hormekan), Kımsoran, Alan, Usênan, Kaliyan, Kalan, Gulniyan, Kudan, Sıxhesenan, Abasiyan, Avasiyan, Bextiyaran, Kurmeşan, Pezgewran, Kocan (Qozan) şemkan, Reşikan, Laçinan, Qerebaliyan, Feratan, Dewrêşcemalan, Seydan, Sekekan vb. aşiretlerden hangisinin ismi, neden Türkçe olsun? Tabi listeyi daha da uzatmak mümkün.

İşte size, değindiğim çarpıtmalara bir örnek:

Örneğin, Çankırı Milletvekili ve TBMM Başkanı Abdulhaluk Renda, şeyh Sait direnişinin hemen ardından hazırladıği Kürdistan ile ile ilgili raporda, Dersim aşiertleri ile ilgili olarak bir yerde şöyle diyor:

„... Abbas Uşağı, Ferhat Uşağı, Aşağı Karaçallı, Yukarı Karaballı, Bahtiyarlı, Koç Uşağı, Maksut Uşağı, şam Uşağı, Aslan Uşağı, Bit Uşağı gibi isimlerin delaletiyle esasen Türk olup dil ve Alevilik sebebiyle Kürtlük iddiasında bulunan ve neslen, kendilerinin de itiraf ettikleri gibi Horasan`dan gelme Türk oldukları anlaşılan bu aşiretleri -Dersim`in hemen altında erkekleri halen de Türkçe konuşabildikleri cihetle- asimile etmek diğer Kürtleri asimile etmekten daha kolaydır“ Deng Dergisi, yıl 1992, sayı 21`den nakleden).

1.       Sözkonusu aşiretlerin isimlerinin arkasındaki „uşağı“ sözcüğü ile „lı“ eki, dsaha önce de belirttiğim gibi Milletvekilinin kendi eklemesidir. Dersimlilerin kendileri bu sözcük ile bu ek`e yer vermezler.      

2.       Dersim`de „Aşağı Karaçallı diye bir aşiret yok. Renda, muhtemelen Aşağı Karaballı demek istemiş. Beri taraftan bahsi geçen aşiretin ismi „Karaballı“ değil, Qerebaliyan`dır. Bu ikisi, hem form olarak hem de anlam olarak birbirlerinden farklıdırlar. Yani doğrusu „Yukarı Karaballı,“ „Aşağı Karaballı“ değil, „Qerebaliyanê Cori“, Qerebaliyanê Cêri“ dir. Renda, bu isimleri Türkçeye çevirip öyle yazmış. Yine burada bahsedilen öteki aşiret isimleri de şöyledir:

2.       Bahtiyarlı: Bextiyaran, Koç Uşağı: Qocan/Qozan, Maksut Uşağı: Maksudan, şam Uşağı: şemkan, Aslan Uşağı: Aslanan, Bit Uşağı: Beytan`dır.

Alevilerin „Türklüğü“ne dair 3.Bölüm
 

Şener, Alevilerin Türklüklerini kanıtlamak isterken kimi alıntılara başvuruyor ve tek tek örneklerden hareketle genel sonçlara varmaya çalışıyor.

Kaynaklarından biri yine M. von Bruinessen`in sözkonusu yazısıdır. Bruinessen, Bingöl, Muş, Varto bölgesinde bulunan Lolan, Hormek ve Balaban aşiretlerinin şeyh Sait hareketine destek vermediklerini, 1930`larda buyana da bu aşiretlerin önde gelenlerinden  bazılarının kendilerini Türk saydıklarını yazıyor. Kuşkusuz söylenenler doğru. Doğru ama bunlar Şener`in Türklük tezine pek de yardımcı olabilecek şeyler değiller. O aşiretlerin Seyh Sait hareketine destek vermemeleri Kürt olmayışlarından değil; Hamidiye Alaylarının yarattığı sorunlar, bunların da etkisiyle alevlenen aşiret çelişkileri ile Alevi-şünni çelişkisiydi.

Öte yandan Gımgım ve çevresinde bunlar olurken, 1930`da Dersim-Erzincan yöresinde, Kürtçeyi ve Kürtlüğü yaygınlaştırıyorlar diye üzerine operasyon düzenlenen, köyleri yakılan ve katledilenler içerisinde Lolan aşireti de vardı. 1938 soykırımın dan yine bu aşiretin önde gelenleri de paylarına düşeni aldılar. Dersim Xormek (Hormek)`lerinin durumu ise daha da kötü oldu. Airet lideri Bertal Efendi ile ailenin öteki bireyleri yaş ve cinsiyet ayrm yapılmaksızın öldürüldüler. Kurtulabilen az sayıdaki kişi o an köyde olmalyanlardı. Bu ailenin yeğeni ve aynı aşiretten olan Sait Kırmızı Toprak`ın politik düşünceleri ve çalışmaları ise bilinmektedir. Demek oluyor ki, kendine Kürt demeninin kelleyi koltuğa almak anlamına geldiği bir dönemde, bazı Kürt aşiret ileri gelenlerinin Türk olduklarını söylemeleri, etnik kimlik saptama yönünde fazla anlamı olan bir şey değil. Bu, Alevilerin „Hakiki müslüman biziz“ demelerinin bir benzerdidir. Baskı ve zulümden korunma duygusu, devletle iyi geçinerek çıkar sağlama istemi ve asimilasyonun etkisiyle toplumların tarihinde bu tür şeylere rastlanabiliyor.

Yine Şener`in Melikoff`tan yaptığı bir alıntı da dikkatı çekiyor. Şener bu alıntıyı yaparken şöyle diyor: „Kürtçe ya da zazaca konuşan Aleviler Kürt ya da Zaza mı? Yoksa Türk mü? Bakalım bu konuda Melikoff ne yazmış,“ diyor.

Bunları yazdıktan sonra da Melikoff`un söylediklerine geçiyor ve şu alıntıyı yapıyor:

„...Sorduğumda kaynaklarımdan biri bana, `Soy olarak Kürt değiliz, fakat inançlarımız dolayısıyla eza gördük, dağlara sığındık, Kürtlere karıştık ve Kürtler olarak adlandırıldık..

Bunu söyleyen bir çok ayaklanmada etkinliği bulunan tanınmış Kürt aşireti Koçkiri‘ lardandı.“

Dikkat edilirse bu sözleri söylediği ileri sürülen kişi „Kürtlere karıştık ve Kürtler olarak adlandırıldık,“ diyor. Yani onun sözlerinden Alevi-Kürt yok anlamı değil, tersine var anlamı çıkıyor. Üstelik Melikoff ondan bahsederken „kaynaklarımdan biri“ diyor. Yani öteki kaynaklar bu görüşte değiller.

Koçkiri aşiretinin geçmişte Kürt ulusal mücadelesinde yeraldığı, savaştığı ve bu yolda büyük bedeleller ödediği biliniyor. Hal böyle iken içlerinden bir kişinin „Biz Türkmeniz“ demesini onların „Türkmenliğinin“ kesin bir kanıt gibi kabul etmek, tam bir keyfiliktir. Kaldı ki gerçekten bu aşiret Türkmen olsa bile bundan, Şener`in iddia ettiği gibi Alevilerin Kürt olmadıkları Türk oldukları sonucu çıkmaz. Onca Kürt nüfusun yaşadığı Koçkiri de bir aşiret Türkmen oldu diye herkes Türkmen mi olur?

Bütün bunların ötesinde, Melikoff`un tarafsız bir araştırmacı olduğunu söylemek zor. Kürtlere sempatisi olduğu söylenemez. Bektaşilerle Aleviler konusunda yazarken, bir gözü hep kapalıdır onun. Yaklaşımında türkçülük var. Son yıllarda bu eksiğini kısmen de olsa kabul ettiği yolunda duyumlar var ama ne derece doğru bilmiyorum.

Şener devam ediyor: „Koçgiri konusunda araştırmalarıyla ünlü Baki Öz`de bu konuda Ömer Lütfi Berkan ve İrena Melikoff`u doğrulamaktadır. O da araştırması sonucu: Koçgiri aşiretinin Ortasya`dan Anadoluya gelen bir Türkmen aşireti olduğunu, esasen İzolu olduklarını, Dersim´den buraya yerleştiklerini Seyhhasan aşireti ile akrabalık ilişkilerinin bulunduğunu, sonradan Kürtleşmiş Türkmen boyu olduklarını yazıyor.“

Dilin kemiği, resmi tarihçilerde ise yalanın sınırı yok. Eline kalemi alan, canını istediğini bir çırpıda ya Horasan Türkmeni, ya Ortaasya Türkü yapıp çıkıveriyor. Tabi bu arada sapla saman birbirine karışmış; ideolojiye göre tarih yazanlar açısından bunun bir önemi yok.

İzol aşireti, bilindiği gibi Kurmanci konuşan, bir kesimi Alevi olmakla birlikte büyük çoğunluğu Sünni olan ve Kürdistan`da oldukça geniş bir alan yayılmış bir Kürt aşiretidir. Seyhhasanan aşireti ise Dersim`de yerleşiktir, Kirmancki (Zazaki) konuşur. Ama yazar bir çırpıda bu aşiretleri akraba yapıyor, Koçkiri aşiretini de yanlarına kattıktan sonra hepsini birlikte Ortaasya`ya bağlıyorlar. Anlaşılan, 1930`larda dünyayı Türk yapmaya kalkışan uyduruk resmi tarih tezi ölmemiş, hala yaşıyor.

Bundan ayrı olarak Şener, Maraş yöresi Kürtlerinin Türklüklerini isbat için de hayli ter döküyor ve bu arada Alman Generali Moltke`nin Atmalı, Sinemili ve Kılıçlı kabileleri için „Türkmen kabileler,“ dediğini belirterek yöre Kürtlerini Türkmen göstermekten geri kalmıyor.

Her şeyden önce, sözkonusu üç aşiret, iddia edildiği gibi Türkmen olsalar bile, yine bu da o yörede Alevi-Kürt olmdığı anlamına gelmez. Nitekim, Moltke de sözkonusu mektubunda orada bulunan Kürt beylerinden bahsediyor.

Öte yandan, bu yöredeki Alevi Kürtlere Şener`in belirttiği gibi „bazıları Kürt diyor,“ değiller. Bu, bizzat onların kendilerine verdikleri addır. Daha doğrusu o yöre halkımızın kendi ulusal kimliklerinden, yani Kürtlüklerinden yana herhangi bir kuşkuları yok. Peki bugün durum böyle de acaba geçmişte nasıldı acaba? Kendilerini nasıl nitelendiriyorlardı? Biz yine 20. Yüzyılın başlarına dönelim ve sözü yine görgü tanığı Noel`e bırakalım:

„“Gecelemek için Kızıran köyünde durakladık. Bizi büyük bir konukseverlikle karşılyan köy Atmalı Kürtlerinin (Rıwıyan`ın alt grubu yaşadığı 40 haneden oluşmaktaydı. Bu Kürtler Kızılbaş idi. (...) Kızılbaş olduklarını öğrendiğimde büyük bir şaşkınlıga uğradım. Kendi kendime şu soruyu sordum: Bu insanları Kürtlerden ayıran fark nedir? Onlar Kürtçe konuşuyor, Kürt giysileri giyiyor, Kürt türküleri söylüyor, Kürt gelenek ve ve göreneklerine inanıyorlardı. Bunun da ötesinde büyük bir Kürt aşierti olan Atmalı aşiertinden gelmektedirler ki bu aşiret, içinde bir çok Sünni Kürt gruplarını da barındırmaktadır (Haftalık Hêvi gazetesi, 25 Nisan-1 Mayıs 1998)

(...)

Bu köylüler ile yaptığımız konuşmalar, onların da en az Sünni Kürtler kadar Kürt milliyetçisi ruhuna sahip olduklarını göstermiştir. Kendini gösteren genel düşünceyi ise şöyle ifade ediyorlar: `Biz Kürdüz ve burası bizim ülkemiz. Ne yazık ki, bizi yerimizden eden ve hükmedem şu belalı Türkler var (Küçümseyerek romi`ler olarak adlandırmaktadırlar.) Biz onları sevmiyoruz ve onların sıkıcı varlıklarından kurtulmak istiyoruz.`Ev sahibimiz Süleyman Ağa savaşın etkilerini açıklarken, köyün büyük bir bölümünün askere alınmamak için dağlara kaçtığını, askere alınanların ise, ilk fırsatta nasıl kaçtıklarını anlatarak şunları ekledi:

„Türklerden ve kavgalarından bize ne“ (Hêvi, aynı sayı)

Yeri gelmişken, romi ya da rumi bir küçümseme ifadesinden çok Kürtler arasında Osmanlılar Romi, Osmanlı devleti ise „Dewleta Romê“ olarak adlandırılıyor. Bu terim bir hayli Kürt Türküsünde de geçmektedir.

Noel devam ediyor:

„Aksu Vadisi`nden (Kürtce`de Abê Spi) yukarıya tırmanarak, Hasan Ağa Sarayı diye bilinen ve Sinemmilli aşiretinin iki reisi olan Tapu Ağa ve Asaf Ağa`nın kışları kaldıkları köye vardık. Sinemmilli sözcüğünün kökenine ilişkin hikaye şöyle anlatılır:

`Altı yüzyıl önce Harput`un gümüş madenlerinden buraya göçettik. Orada hamile olan bir genç kız yaşamaktaydı. Onu canlı canlı gömdüler. Kapatıldığı kabirde (Kürtçede Sin) çocuğunu doğurdu ve onu emzirdi. Sonunda yoldan geçen birisi, bebeğin ağlamasını duydu ve mezarı açmak için adam topladı. Çocuk büyüdü ve „Mezardan gelenler“ (Sinemilli) diye anılan aşiretin kurucusu oldu.“ (Hêvi, aynı sayı)

Sinemili aşireti mensupları bugün de Dersim-Elazığ yöresinden Maraş`a göçettiklerini söylerler. Bu arada Dersim`de Sine isminde bir köyün varoluşu dikkat çekicidir. Köy Hozat ilçesine bağlı olup şeyhasanan aşietinin yerleşik olduğu yörededir. „Mil“, „Mılan“ ise bir çok boyu olan büyük bir Kürt aşiretinin adıdır ve yazının bundan sonraki bölümlerinde yeralan Nuri Dersimi`nin tarihçi M. Emin Zeki´den yaptığı alıntıdan da anlaşılacaği gibi bu aşiretin, Yavuz Sultan Selim zamanında Dersim`den güneye göçettiğine ilişkin bilgiler var. Muhtemelen Sinemıli aşireti de „Mılli“lerin bir koludur ve ismi de „Sine Mılli“leri ya da „Sine`nin Mılli“leri anlamına geliyordur. 

Dikkat edilirse Moltke`nin sözkonusu aşiretlerle ilgili herhangi bir yakından incelemesi yok. Oysa Noel yöreyi gezmiş, kendilerine konuk olmuş, konuşmuş, gelenk ve göreneklerini, dillerini, inançlarını yakından inceleme olanağı bulmuş. Dolayısıyla da onun gözleme dayanan bilgilerinin, muhtemelen birilerinden duyduklarını aktaratan Moltke’ye nazaran daha sağlıklı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hele bu bilgiler, bugünün yasayan gerçeğiyle çakışıyorsa!

Şener, şeyhasanan aşireti ile ilgili olarak da bir yerde „Dersim`de Zazaca konuşan şeyhasan aşiretinin Malatya`daki köyünde Zazaca konuşan bir tek kişi yoktur. Bu da Zazacanın sonradan öğrenildiğini gösterebilir,“ diyor.

İyi de bu köyün halkının asimile olup Zazaca`yı unutması, Dersim dağları arasında yaşayan koca aşiretin asimilasyonundan daha kolay değil mi? Pek tabi bu daha mantıki bir açıklama tarzıdır ama işine gelmediği için Şener işin bu yanını bir kenara bırakıyor.

Nuri Dersimi, şıxhasanan (Seyhhasanan) aşiertinin bu günkü yerlerine gelmeleriyle ilgili olarak şunları yazıyor:

 „Binaenaleyh Çemişgezek Kürt emiri, zeka, cömertlik, secaret ve karmanalığıyla maruf büyük şığhasan`ın birhayli zaman salatanat sürüp vefatından sonra sülalesinden gelmiş olup 30 sene daha Çemişgezek Kürt Emirliğinde kuvvetli bir saltanat kurmuş olan Emir Pir Hüseyin`in 16 evladı olup öldükten sonra Emirlik evlatları ve kardeşleri arasında taksim edilmişti. Pir Hüseyin Bey`in 5 evladından biri olan ÎÎ. Şığhasan`ın Garbi Dersim`in şığhasanan aşiretlerinin ecdadı olduğuna katiyen şuphe yoktur.

İşte Çemişgezek`in Kürt Emirliği ahfadından olan ÎÎ. Şığhasan`ın Karabal, Abbas, Kırgan ve Ferhat isimlerindeki dört evladı Dersim`de bulunan esas yerli Kürt kabileleri ve ahfadından miraslarını alarak bugün birer teamül etmiş aşiret-kabile haline gelmişlerdir.“ (V. Dr. M. Nuri Dersimi, Hatıratım,Öz-Ge Yayınları 9, Ankara, 1992, s.138)

Yeri gelmişken, sözkonusu Melkişi Beyliği ile ilgili başka bilgiler vermek te yararlı olur.

Şerefname`de Çemişgezek Beyleriyle (Melkişiler) ilgili bölümün bir yerinde şu bilgiler yer alıyor:

"Üç kısma ayrılan Melkişiler Kürdistan'da büyük ihtişamları, hizmetçilerinin, taraftarlarının ve kendilerine bağlı olanların çokluğuyla ün yapmışlardır... Ülkeleri ise genişlik ve önem bakımından, uzak yakın herkesçe 'Kürdistan' özel adıyla tanındı; öyle ki berat ve emirnamelerde ve diğer sultanlık belgelerinde bu ad geçtiği zaman, yalnız bu önemli vilayet anlaşılır; ayrıca Kürtler arasında 'Kürdistan' sözcüğü geçtikçe, bundan yalnız Çemişkezek Vilayeti kastedilir." (şeref Han, şerefname, Yöntem Yayınları, İstanbul 1975, s. 209)

Deng Dergisinin yıl 10, sayı 57 de yeralan bilgilere göre 1201`de Melik Muhammed Melkişi bu beyliğin başındadır. Bu, dönemde Melik Muhammed, Eyyübiler yanında savaşa katılıyor ve fethedilen Eleşkirt Çemişgezek topraklarına katılıyor. Beylik, Uzun Hasan döneminde kısa bir süre için Akkoyunluların denetiminde kalıyor, ancak Emir Seyh Hasan kısa sürede ülkesini onlardan kurtarıyor. Şeref Han, bu kurtarma işini şu cümlelerle dile getirmektedir.

„(...) Emir şeyh Hasan önce Allah`a tevekkül ederek, sonra da etrafında toplanmış olan ülkesinin cesur ve kahraman Kürtlerine güvenerek, ülkesini gaspedenlere karşı ansızın harekete geçti ve onları ülkeden çıkardı. (...) (Deng Dergisi a.g.s. dan naklen, s. 39-40)

Bir ara Çemişgezek beyliğinde iç huzursuzluklar başgösteriyor ve olayları yatıştırmak üzere Îran`dan Erdebil`li Sultan Hoca Ali (Sultan Eliyê Siyahpuş) arabulucu olarak geliyor ve onları barıştırıyor. Barış amacıyla başkasının değil de Erdebilli Sultan`ın gelişi çok dikkat çekicidir. Ancak Dersimlilerle Erdebilliler arasındaki ilişkiler bu kadarla sınırlı değil, daha sıkı ve ileri düzeydedir.

„1477`de  yönetim Hacı Rüstem Bey`e geçiyor. Kürtler bu dönemde, genellikle Erdebilli şeyh Cüneyt`e yaklaşıyorlar. Akrabalıklar kuruluyor ve ve Safevi şeyhlerinin Kürtlükleri öne çıkarak `Mam, Mamolar`la, yani `Amca`lık deyimi Kürt prensleri ile Safe şeyhleri arasında öne çıkıyor.“ (Kalecıwan, Deng dergisi, s.43) 

Koçhisar meydan muharebesinde ise Beyliğin başındaki Pir Hüseyin Bey, İdris-i Bitlisi`nin sol yanında yeralarak Safevi ordularına karşı savaşıyor.

Demek oluyor ki:

1-Cemal Şener`in yazısında, Türkmenlerin Anadolu`ya göçettikleri tarih olarak bahsettiği dönemlerde Kürtler Dersim`de varlar. Başlangıç tarihi 1200`den daha gerilere giden Melkişi Beyliği bir Kürt Beyliği olarak yaşamını sürdürmektedir.

2- Bu beyliğin hüküm sürdüğü topraklar -ki merkez Dersim`dir- yüzyıllarca Kürdistan ismiyle bilinip tanındı, öyle anıldı.

3-Melkişilerin, gerektiğinde öteki Kürtlerle birlikte hareket etmekten çekinmedikleri İdris-i Bitlisi ile yukarıda değinilen ilişkilerinden de anlaşılıyor.

4- Melkişilerin İran Kürdistanı`yla; özellikle de Erdebil şeyhleri kurdukları ilişki dikkat çekicidir. Bilindiği gibi Erdebil Tekkesi ve Erenlerinin, Alevilikte istisna bir yeri var.

5- Baytar Nuri, şeyh Hasan`ın aşiretinin ileri gelenlerinin Dersim`e geldikten sonra miraslarını oralarda daha önce yaşamakta olan Kürtlerden devraldıklarını söylüyor. Yeri gelmişken bu görüşü doğrular nitelikte bir gözlemi aktarmak istiyorum:

Bugün Bingöl`ün Kiğı ilçesine ait köylerden iki tanesinin ismi Lêrtig ve Ağdad (Ağdat)`dır. Her iksinde de Kurmanci konuşulur, inanç olarak Sünnidirler. Bu köylerin halkı, Dersim`den geldiklerini söylerler. Öte yandan Dersim`in şeyhhasanan mıntıkasında Sêy Rıza`nın köylerinin bulunduğu mıntıkanın adı da Lêrtıg`dır. Onun merkezi köyünün Ağdad olduğu ise biliniyor. Yine, Dersim`den başka yerlere; örneğin Cizre, Îrak Kürdistan`ının Sincar bölgesine göçler olduğunu bir çok araştırmacı yazmaktadır. Dersim Kürtleri ile Sincar yöresi Yêzidi Kürtleri arasında, hem fizyonomik ve hem de inanç, gelenek ve töreler bakımından var olan büyük benzerlik, araştırmacıların dikkatini çeken bir durumdur.

Aynı konuya değinen Nuri Dersimi, tarihçi M. Emin Zeki`ye atıfta bulunuyor ve; „Hülastü Tarih El Kurd u Kurdistan adlı eserinin 419. Sayfasının devamında „Mıl“ kabilesi ahfadından Mılan aşiretine mensup 55 kabilenin isimlerini tamamen zikrediyor. Ve bu 55 aşiretin Sultan Selim  zamanlarında Dersim`den hicret ederek Elcezire`nin kuzey mıntıkası bölgelerinde yerleşmiş olduklarını anlatıyor,“  diyor (M. Nuri Dersimi, Hatıratım, s.142)

Görülüyor ki Dersim`e gelen de, göçeden de Kürtlerdir. Türkmenler ise piyasada yoklar.

Bir „Dede“nin incileri 4.Bölüm

Şener`in kaynaklarından biri de „Pir Ahmet Dikme“dir. Şener, sözümona Dersimlilerin kökeninden bahsederken sözü bu kişiye getiriyor ve „ Pir Ahmet Dikme İşte bu tarihsel altyapıyı bilerek kalkıp şöyle yazabiliyor: `Munzur dediği dağın güney yakasında bir tek Kürt yoktur. Orada Yaşayan şeyh Hasan aşireti tamamen Horasan kökenli Türklerdir. Daha doğuya, Pülümür`e geldiğinde ise, Areli, Lolanlı, şahvelanlı, Kemanlı, Çarekanli ve daha bir çok aşiret orurmaktadır. Bu aşiretlerden hiç biri Kürt değildir. Tamamen Türk kökneli aşiretlerdir. Ben bu konuyu her platformda tartışmaya hazırım.“

Gerçi bu yazının konusu „Pir Ahmet Dikme,“ nin görüşlerinin değerlendirilmesi değil ama Şener onu kaynak olarak gösterdiğine ve o da çok ciddi iddialarda bulunduğuna göre, söylenenlere kısaca değinmek gerekir.

Bunu yaparken de önce „Pir Ahmet Dikme“nin kendisini tanıtışıyla ilgili söylediklerine bir kaç cümle ile değinek yerinde olur sanıyorum. „Ahmet Dikme“ „Haykırıp Duyuramadıklarım“ kitabında ismini „Pir Ahmet Dikme“ olarak yazmış. Bu „pir“ sözcüğü, eğer onun adı değil de sıfat olarak kullanılmışsa yanlıştır. Cünkü, Ahmetìn ailesinin Alevi din adamları içerisindeki yeri „pirlik“ değil. Bu aile, gerçek anlamda rehber de değil. Onun ailesi atanmış, yani tayin edilmiş rehberlerdendir ve dinsel hiyerarşideki yeri Mürşid, pir ve rehberden sonra gelir. Pir Ahmet`in kendisine „Dede“ demesi de aynı şekilde doğru değil. „Dikme“ sözcüğüne gelince; bu durumdaki rehberlere „Tikme“ denir. „Tikme“ sözcüğünün Türkçe`deki „Dikme“ anlamında olup olmadığı noktası bir yana, bu kelime özel bir sıfatı ifade ediyor ve dolayısıyla Türkçe`ye uyarlanmış formunu ya da çevirisini değil, orijinalini kullanmak gerekir. „Ahmet Dikme“nin ailesine „Çê Tikmê Gole, “Tikme Arêzû,“ temsil ettikleri dergaha ise kensinin de belirttiği gibi „Tekayê Çê Tikmê Arêzû“ deniliyor.

Nu kısa bilgilendirmeden sonra gelelim „Pir Ahmet Dikme“nin yukarıda söylediklerine. Onun, kitabının yukarıda adı geçen bir yerinde, „Munzur dediği dağın güney yakasında bir tek Kürt yoktur,“ şeklinde bir cümle geçiyor. „Pir Ahmet“ in burada kastettiği, daha doğrusu eleştirmek istediği kişi tanınmış yazar şevket Süreyya Aydemir`dir. Pir Ahmet, kitapçığında şevket Süreyya`dan bir kaç alıntı yapmış ve kendisini „Yalancılıkla“ hatta „ajan-provakatörlükle“ suçlamış.

şimdi isterseniz, Pir Ahmet`in böylesine köpürmesine neden olan şevket Süreyya`ya ait görüşler nelerdir, ona bakalım.

Pir Ahmet, ş. Süreyya`nın Suyu Arayan kitabından bir alıntı yapıyor. Burada, ş. Süreyya yedek subay olarak Munzur Dağlarının Ezincan`a taraf olan yakasında askerlik yaparken başından geçenleri aktarmaktadır. Anıların bir bölümünde şunlar var:

„...Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda oluştu ki , bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi miletten olduklarını da bilmiyorlardı. Biz hangi milletteniz? Deyince her kafadan bir ses çıktı? Biz Türk değil miyiz deyince de, `estağfurullah` diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı.“

Şevket Süreyya`nın bu anısına karşılık „Pir Ahmet“in yazdıkları ise şöyle:

„...Sizleri bilmem fakat ben yukarıdaki satırları okuduğumda tüylerim diken diken oldu. Düşünebiliyor musunuz, düşman vatanımızı işgal etmiş, halkımız vatan, namus ve can derdine düşmüş. Îrk ve inanç farkı gözetmeksizin kendi vatanını düşman istilasından kurtarma telaşi içersindedir. Pir provakatör ajan gitmiş ve bu ateş çemberi içerisinde o düşmana karşı savaşan kahraman askerlerimizin arasına, ırka ve inanç farkı sokmaktadır ve ayrıca bu kahraman halk evlatlarını cahillikle suçlamaktadır.“

Şöyle bir düşünelim: Burada Ş. Süreyya`nın yaptığı şey ne? O, askerlikte başından geçen bir olayı anlatıyor, şöyle şöyle oldu, diyor. Buna karşılık „Pir Ahmet“ ise bunların yanlış olduklarında ısrar ediyor ve yazara ağır suçlamalarda bulunuyor. Peki „Pir Ahmet“ neye dayanarak böyle bir iddiada bulunabiliyor? O, Şevket Süreyya`nın yanında mıymış? Hayır. Kendisi o tarihlerde henüz dünyaya bile gelmemiş. Yanında olan birisiyle mi konuşmuş? Hayır. Elinde ciddiye alınacak sağlam bir belge mi var? Hayır, o da değil. O halde neye dayanarak bu kadar kesin konuşabiliyor?

Ş. Süreyya askerlerden duyduklarından memnun olsaydı, yani onların kendilerini Türk görmemelerinden sevinç duysaydı, belki de „Pir Ahmet“ kuşkuya düşer, onun gerçegi tahrif ettiğini söylerdi ama öyle de değil. Tersine askerler kendilerine Türk demedikleri için, ş. Süreyya`nın yüreği „Pir Ahmet“inkinden kat kat daha fazla yanıyor.

„Pir Ahmet“ kızıyor, çünkü Ş. Süreyya`nın anlattıkları, onun „Dersimliler Türktür“ tezini, daha doğrusu sağa sola yutturmak istediği safsataları toz-buz ediyor. Herhangi bir ciddi gerekçeye sahip olmadığı için de ajitasyon çekmeye kalkışıyor, içi boş vatan, millet edebiyatıyla paçayı kurtarmaya çalışıyor.

Ancak „Pir Ahmet“in sıkıntıları bu kadarla da sınırlı değil. Ş. Süreyya`nın görüp yaşadıkları, onu çileden çıkarmaya devam ediyor.

„Yalnız bizim taburun değil, bütün cephemizin en sağ kanadının dayandığı Munzur dağlarının daimi karlarla örtülü zirvelerinde, tehliklei geçitlerinde, ne düşmanın, ne de bizim olmayan ve daha ziyade her iki tarafa pusu kurup, iki tarafın da canına kıyarak, silahına, cephanesine konmak isteyen Kürt kabilelerinin gizlendikleri yerlerde yapılan keşifler, bunların en çetinleri oluyordu...“

Buna karşılık „Pir Ahmet“ in söyledikleri ise şöyle:

 „Şimdi yalanın ve cehaletin simgesi olan bu satırlar husunuda kısa bir açıklama yapmak istiyorum„ diyor `Munzur dediği dağın güney yakasında bir tek Kürt yoktur,“ diyor.

Görüldüğü gibi şevket Süreyya burada da bizzat yaşadıklarını anlatırken, „Pir Ahmet“ aynı kof sözlerle onun yalan söylediğini ileri sürüyor. Bu arada sözlerinin bir yerinde, „Gerek Pülümür ve gerekse Ovacık`ta olsun, bir tek devlet askerine herhangi bir saldırı olmamıştır...“ demekten de geri kalmıyor.

„Pir Ahmet“ kitabının önsözünde çok okuduğunu, araştırdığını, birkimli olduğunu söylüyor. Neden bunları yazma ihtiyacı hisetti bilemem ama yukarıda yaptığı belirlemeler çok değil, sıradan bir „okumuşun“ dahi sarfedeceği sözler değil.

„Pir Ahmet“ acaba o dönemde yaşananları, Dersimlilerle Osmanlı ordusu arasında meydana gelen ve resmi belgerde de yeralan onca çatışmayı, uzun savaşları bilmiyor mu gerçekten? Ötekilerini bir yana bırakalım, Şevket Süreyya`nın anlattığı dönemde kendi köyüne yakın sayılan mesafedeki Cibice Boğazı`nda, oldukça kanlı çatışmalar sonucu 36. Tümenin Dersimliler tarafından teslim alınarak silahlarına el konulmasını da mı habersiz?

Bu durumda „Pir Ahmet“ için doğal olarak üç şey düşünülebilir. O, ya hiç okuyup araştırmamış, ya okuduklarını anlamamış, ya da gerçeği bile bile tahrif etmeyi iş edinmiş. Bence, onun durumuna uygun düşen şık, üçüncüsüdür. O, gerçeği biliyor, bilmesine biliyor ama gerçek, gönlünden geçenlere uymuyor. Uymadığı için de haksız yere şevket Süreyya`ya çatıyor.  

Laf aramızda bana öyle geliyor ki „Pir Ahmet“`in şevket Süreyya Aydemir`le ilgili fazla bir bilgisi de yok. Bilindiği gibi şevket Süreyya, ateşli bir Türk milliyetçisi ve rejimin ideologlarındandı. Mustafa Kemal`in çok güvendiği biriydi. O`nun ataması ile yıllarca TBMM katipliği yaptı. M. Kemal‘ in yaşamının anlatıldığı 3 ciltlik Tek Adam kitabının yazarı da şevket Süreyya`dan başkası değil. Ve işte „Pir Ahmet“in, yalancılıkla, ajan-provakatörlükle suçladığı şevket Süreyya`ya bu şevket Süreyya`dır.

Tikme Ahmet`in ailesi Dersim`de „Tikme rehber“ olarak bilinen ve saygı duyulan bir ailelrden biridir. Bu aileyi yakından tanıma olanağım olmadı ama elbet inançları, duyguları ve düşünceleri açısından öteki Dersimlilerden farklı değiller. Onlar da geçmişte Kirmancki (Zazaki) konuşan diger Dersimliler gibi kendilerie „Kirmanc“ diyorlardı. Birileri onlara „Türk“ deseydi, kuşkum yok ki bunu red eder ve büyük bir ihtimalle de şevket Süreyya`nın bahsettiği askerler gibi, „estağfurullah“ diye karşılık verirlerdi. Pir Ahmet`in aslını inkar ederek Kırmanc ve Kirmanciye`yi bir yana bırakıp Türkmenliğe sarıldığını görselerdi, çok rahatsız olurlardı.

Hele hele, „Pir Ahmet“in, Alevilere tarihte eşine az rastlanan ölçüde zulmeden, onları kırımlardan geçiren, köylerini yakıp-yıkan, sürgüne yollayan, dillerini, ibadetlerini yasaklayan birini kendisine „Ata“ olarak seçtiğini bilselerdi hiç afetmezlerdi onu.

Ne var ki „Pir Ahmet“ bu konuda yalnız değil. 1938 Jenosidi sonrası nesil içersinde aslını bu şekilde inkar eden, başka kimlik peşinde koşan ve kendilerine ata arayanların sayısı hiç de az sayılmaz.

Elbet kendisini nasıl görüyorsa öyle tarif etmesi, herkes gibi „Pir Ahmet“ gibilerinin hakkıdır. Kimse bir başkasına zorla kimlik veremez. Fakat, konu bu çerçeveyi aşıp bir bölgeyi, bir halkı ilgilendirir hale geldi mi iş değişir ve o zaman başkalarının da söyleyecek sözü olur.

Bütün bu yazılanlardan sonra benim sözkonusu iddiaların sahiplerine bir sorum olacak. Söylendiği gibi eğer Horasan`dan gelen Türkmen aşiretleri Dersim`e yerleşip asimile olduysalar ve orada bir tek Kürt de yaşamıyorsa, peki Türkmenleri kimler asimile etti? Yoksa götken birileri mi indiler de yaptılar bu işi? Bu soru yanıt bekliyor.

Horasan, Alevilik, Kürtlük ve Türklük 5.Bölüm

 

Şener`in yazısında Ocaklarla ilgili olarak şu satırlara rastlıyoruz:

„...Dersim bölgesinde ocakların tümü kendilerinin Horasan`dan gelme Türkmen aşireti olduğunu ileri sürerler.“

Doğrusu, bu Horasan`dan gelme olayı çok sık olarak söylenir. Ocakları temsil edenlerin tümü olmasa bile önemli bir kesimi bunu söylerler. Ama onların kendilerini „Türkmen aşireti“ olarak nitelendirdikleri belirlemesi Şenerìn kendi yaratmasıdır. Çünkü Alevi din adamları geleneksel olarak peygamber soyundan geldiklerini; yani „Ehlibeyt“ ya da „Evlad-ı Resul“ olduklarını söylerler. Zaten bu yazıda bunları yazan Şener, başka bir yerde yazdıklarıyla  da kendi kendisini yalanlıyor. Örneğin Pir Ahmet Dikme`nin daha önce bahsi geçen kitabına yazdıği önsözde şöyle diyor:

„Alevilikte dedelik gelenek olarak babadan oğula geçer. Çünkü Alevi dedesinin soyu Hz. Ali`ye, 12 İmamlar yolu ile ulaşır. Dolayısıyla inanca göre, dedeler „Evlad-ı Resul“ yani peygamber neslindendirler.“

Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış, Şener`inki o kadar da sürmüyor, ne yapalım?

Beri taraftan, din adamlarının peygamber soyundan geldikleri yolundaki görüşün doğruluk payı nedir, onun üzerinde de durmak gerekir. Burada hemen şunu belirteyim ki, sadece