Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

HÜKÜMETİN HUKUK OPÖRTÜNİZMİ-ERDAL DOĞAN

Ragıp Zarakolu, Ayşe Berktay, Büşra Ersanlı'nın KCK soruşturması bağlamında tutukluluğunun ardından muhalifliğinde vicdanını gözetegelmiş bir arkadaşım; “Bugünlerde, ölüm ve kayıpların sistematik olarak gerçekleştirildiği 1990 lı yıllardan daha çok huzursuzum. O dönemlerde başıma gelebilecek en korkunç şey ölüm iken yine de bugünkü kadar tedirginlik yaşadığımı hatırlamıyorum. Belki sebebi o yıllarda daha genç oluşum nedeniyledir. Bir de yargı ile polis uygulamaları hiç bu kadar yoğun biçimde intikam, kin ve linç kültürü ile esip, gürleyerek herkesi terörist ilan ederek cezaevine göndermemişti.” Son yıllarda yapılanların çoğunun hukukla açıklaması olmayınca, bir hukukçu olarak arkadaşınızın kaygısını da gidermek güçleşiyordu. Özellikle son “adli terörist operasyonlarının” hedefi yüzlerce BDP'liden sonra, onlarca avukat ile Kürt ve sosyalist basın çalışanlarını hedefine aldıktan sonra artık ne söylenebilirdi ki? Öteden beri TMY'nin kendisi ile birlikte oluşturduğu tüm kurum ve mevzuatın topyekün kaldırılmasını savunurken, 2006 yılında mevcuduna rahmet okutacak daha ırkçı, sübjektif yorum ve uygulamalara yol açacak/ açmış yeni TMK düzenlenmesi getirilmişti. Zaten yasanın amaç ve uygulamasının bu faşizanlıkta sirayet edeceğini vakti zamanında uyaran bir çok kişi için sürpriz değildir. Kendi adıma bende o günlerde yeni getirilmek istenen TMY'nin halkın çıkarlarını değil doğrudan halkla savaşı esas aldığını, yakın gelecekte çok sıkıntılar doğuracağını anlatmaya çabalamıştım. Hukukçu kimlik ve sorumluluğum nedeniyle hükümeti uyarmak vatandaşlık hakımdan öte görevimdi. AKP hükümeti de hiç zaman geçirmeden bu uyarıyı dikkate almıştı ! 89 yıllık Türkiye Cumhuriyeti'nin son 30 yıllık siyasi hayatının mütemim cüzü kabul edilebilcek aktörü olan dönemin adalet bakanı Cemil Çiçek, hukuki analizlerime ilişkin olarak bakanlığının hakimleri aracılığıyla savcılara talimat buyurarak benim yaptığım eleştiriler ile “terörle mücadele yasasını” ihlal ettiğimi ve bu nedenle tez elden terörist olarak yargılanmamı, sonucun da bir an önce kendi bakanlığına bildirilmesini istemişti. Maazallah ki dönemin görevli basın savcısı Cemil Çiçek ufkuna sahip değildi de şüpheli olarak savunmamı aldıktan sonra kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermiş, dünyaya bir kez daha Türkiye'yi rezil etmemişti.

Bugünkü tablo:

TMY hazırlanırken temel olarak Kürtleri, onların her türlü siyasi ve kurumsal organizasyonunu hedef almıştı. Öyle de oldu. Bu yasanın en önemli hazırlayıcıları, idelogları bugün farklı iddalarla da olsa bugün aynı yasanın kapsamından yargılanan,tutuklanan kendilerini bir vakit o dokunulmaz olarak gören Ergenekon'dan sanık bazı generallerdi.

 

Çok kısa zamanda TMY'nin yarattığı hukuk rejimi Kemalist-İttihatçılığın en güzel uygulayıcısı oluverdi. Kürtlerin anadilde eğitim, hizmet görme, kültürel olarak yaşamlarını sürdürme, özerk yönetilme çabasını gösteren, şiddete bulaşmamış binlerce siyasetçisini tutuklatan, yargılayan bu hukuk rejimi uzun zaman görmezlikten gelindi. Son üç yılda ise bu rejimin ivmesi yeni strateji ile daha da artırılarak on binlerce Kürt'ü terörist ilan edip cezaevlerinde çürütmeye, siyasi tüm vatandaşlık haklarını gasp ederek “kendisine itaat edecek iyi Kürtlere ulaşmaya” kilitlenmiş durumdadır. Kendilerini “üstün zekalı stratejist” olarak görerek, pazarlayan kişiler hükümete uygulatıkları politikalarla “terör tutuklamaları” ile alanı “kötü Kürtlerden” boşaltarak “iyi Kürtlere” bırakılacak ve böylelikle PKK’nın da bitirileceğini ummuş/ummaktadır. Telafisi imkânsız bu siyasi yönlendirme ve yanılgı sonucu yüzlerce kişi tutuklanmakla kalmayıp yüzlerce genç tabut içinde ailelerine teslim ettirilmiştir.

Herkesi tutuklamak!

TMY rejiminin özelde Kürtleri ve siyasi organizasyonlarını hedef aldığını abartılı bulabileceklere binlerce örnek arasından en güncelinden örnek vererek açıklamak sanırım meseleyi anlaşılır kılar.

Mesela; içlerinde hatırı sayılır bir kısım AKP'linin de bulunduğu ve Türkiye'deki milyonlarca kişinin zihniyet ve gönüllü eylemlilikleri, insanlığa karşı suç oluşturan darbeci geleneğinin suçunu hem desteklemekte hem de gönüllü savaşcıları olmaya hazırdırlar. Şimdi hal bu iken milyonlarca insanın taşıdığı bu zihniyet ve eylemleri nedeniyle hepsinin top yekün Ergenekon’dan zapturapt altına alıp, tutuklamıyorsak eğer, PKK ya sempati besleyen şiddete bulaşmamış yüzbinlerce Kürt'e tereddüt edilmeden polis ve yargı çarklarının zaman geçirilmeden işletilmesi üzerinde biraz vicdanla birlikte durmak gerek. PKK ya da KCK nedeniyle soruşturmaya uğrayan, tutuklanan, kovuşturulanların sayısı son beş yılda onbinlerceyi bulmuş durumdadır. Ama bu sayının yine de hükümetin prensleri oluvermiş güvenlik ve siyaset stratejistlerine yetmediği anlaşılmaktadır. Bu zatlar bir ihtimal yönetimde olsalar şiddete bulaşmamış, en doğal ve temel insan haklarını talep eden milyonlarca Kürdü KCK veya PKK dan hapishanelere doldurmak için hiç tereddüt etmeyecek gözükmekteler.

Böylelikle siyaset arenasında aktif çalışan yüzlerce BDP liyi KCK’dan tutuklatıp BDP yi batık bir gemi haline dönüştürdükten sonra, BDP 'yi PKK karşısında cesur olması ve etkin siyaset yapması için meclise çağrılmasına dair sarf edilen o eski lafların nasıl da günü kurtaran samimiyetsiz siyasi lakırtılar olduğu da açığa çıkmıştır.

Yukarıda hukukla açıklanması mümkün olmayan binlerce tutuklama için söylenebilecek en naif yaklaşım herhalde; PKK ile girişilen mücadelede çoğu Kürt siyasetçisini birer siyasi rehin olarak alınması olabilir

Çünkü tüm bu “hukuk”uygulamalarının kendisi mevcut anti demokratik anayasanın 90/5.maddesine dahi tümden aykırıdır.

Öyle ki hükümetin terörle mücadele altında yürüttüğünü söylediği bu hukuki uygulamalarında; Uludere Katliamı faciasından çok öncesinden beri sürdüregeldiği diğer politik ve hukuki facia hattının ise Suriye yönetimine karşı izlediği politikalarda da görebiliyoruz. Çünkü; 01 Kasım 20011 tarihinde Radikal'de yayınlanan The Wall Street Journal'ın 31 Ekim 2011 tarihli başyazısında dile getirilen iddialarda hükümetin “terör”, “şiddet”, “siyasi ve hukuki meşruluk” konularında nasıl da çifte standart yaklaşım sergilemekte olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. (http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=01.11.2011&ArticleID=1068131&CategoryID=132) Bugüne değin hükümetçe tekzip edilmeyen bu iddialar, hükümet siyasetinin ne kadar kaygan ve kaypak bir zeminde sürdürülmekte olduğuna dair ayrıntılar içermesi bakımından fazlasıyla önemlidir. Yazıdan bir bölümü aynen aktarırsak eğer;

“(...) Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan Suriye’deki Beşşar Esad rejiminin müttefikiyken, önemli hasımlarından biri haline geldi ve ABD, bu tavır değişikliğini desteklemeli. Erdoğan, dost addettiği Suriye liderine karşı isyanı desteklemekte başlarda temkinliydi. Türk lider bunun yerine reform çağrısı yaptı, fakat Esad bu isteği nazikçe itti ve silahlarını kendi halkına çevirdi. Şimdi Türkler, Suriye muhalefetine yardım ediyor. Libya’daki isyancı hükümeti örnek alan bir şemsiye muhalefet grubu olan Suriye Ulusal Konseyi, geçen ay İstanbul’da kuruldu. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, geçenlerde muhalefet grubuyla resmi görüşmeler gerçekleştiren ilk yabancı yetkili oldu ve Türkiye, Şam’a yeni yaptırımlar uygulamayı planlıyor. Türkler, muhalefeti Suriye’nin meşru yöneticileri sıfatıyla resmen tanımış değil ve Ankara şu ana dek onları silahlandırmadı. Davutoğlu, Türkiye’nin hâlâ Suriye’nin ‘barışçı biçimde’ demokratikleşmesini istediğini söylüyor. Fakat yeni niyetlerini görmezden gelmek de imkânsız. Medyadaki haberler, Türkiye’nin topraklarında Özgür Suriye Ordusu’nu barındırdığını ve koruduğunu belirtiyor. Bazı tahminlere göre, Özgür Suriye Ordusu’nun emrinde 15 bin adamı var ve Esad’ın güçlerine saldırılar düzenliyor.

Türkiye'nin uluslararası hukukun gereği olarak başka bir ülke halkının insan ve topluluk haklarını gasp eden bir rejime demokratik reformlar yapması yönünde çağrılar yapması, bu bağlamda şiddet dışında bazı yaptırımlara gitmesinin hukuksal-politik meşruluğu hiçbir şekilde sorgulanamaz. Fakat bunların ötesinde yukarıda iddia edilen eylemlerin arkasında Türkiye varsa bu durum üzerinde ciddi biçimde durulmasını gerektirir. Çünkü; Türkiye'nin Suriye rejimine karşı ulusal konseyin örgütlenmesine ev sahipliği yapmakla kalmayıp bu konseye bağlı 15.000 kişilik Özgür Suriye adlı orduya destek verdiği/vereceği gibi icraatlarının hiçbir zaman uluslararası hukukta meşruluğu bulunmamaktadır ve bulunmayacaktır. Çünkü BM üyesi bir ülke yönetimini alaşağı edilmesini hedefleyen bir şiddet gücüne destek herşeyden önce BM' in kurucu antlaşmasının en hayati maddesi olan 51.maddesine doğrudan aykırılık oluşturmaktadır. Hedef alınan ülke yönetimi alaşağı edilse dahi Türkiye'nin bu davranışı gelecekte kendisine karşı kullanılmak üzere uluslararası siyaset sicilinde ebediyen duracağını da bilmesi gerekir.

Bu durumun ortaya çıkardığı güncel bir başka trajikomik fotoğraf ise; Türkiye'nin ırkçı ve ayrımcılık üzerine bina edilmiş anayasası, kurum ve uygulamaları ile Esad rejiminden çok da derin farklılıklar taşımamasına rağmen bu hukuki ve siyasi mevcut haliyle Suriye'nin demokratikleşmesi için muhalefet ordusuna destek olmasıdır.

Daha trajik hal ise; Türkiye Özgür Suriye adlı orduyu Suriye rejimine karşı destekliyorsa; o zaman mevcut Suriye rejiminin PKK içindeki kendi vatandaşı Kürt örgüt yöneticilerini Türkiye içindeki saldırılara yönelttiğine dair iddia veya tespitlerinin hiçbir önleyici etki ve sonucunun olamayacığıdır.


Sonuç olarak başbakan ve kabinesinin yapması gereken en acil icraat; ülkeyi kan gölüne çeviren ve büyük bir cezaevine dönüştüren ırkçı savaş stratejisti danışmanlarının fikir ve uygulatmalarından zaman kaybetmeden kurtulması, TMK dahil demokratik olmayan tüm yasa ve uygulamaların kaldırılarak, yaşamı kayıtsız şartsız savunan yeni bir anayasayı Türkiye’ye kavuşturmasıdır.



*Avukat Erdal Doğan..taraf gazetesi