Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Kürt Kimligini Saklarsan Sorun Yok

Gösterime giren belgesel 'Şavaklar'ın yönetmeni Kazım Öz: “Aşırı kolektif olmaya başladığınızda kaba sosyalizmdeki tuzağa düşüp bireyi ihmal ediyorsunuz. Bu şuraya kadar gidiyor, yönetmen diye bir şey içimizde olamaz, biz bir grupsak hiçbir isim önplana çıkmamalı”

ERKAN AKTUĞ (Arşivi)

Kürt yönetmen Kazım Öz’ün hemen her filminin ardında sıkı bir roman ya da filme malzeme olacak kadar zengin macera var. Dersimli Öz, 90’ların sonunda ilk kısa filmi ‘Ax/Toprak’ı malum sebeplerle doğup büyüdüğü köyünde çekemiyor mesela. Milliyetçi denebilecek bir yerde, Aksaray’ın bir köyünde, “kan davası filmi” diyerek gizlice çekmek zorunda kalıyor ve filmde Kürtçe diyalog olduğu ortaya çıkınca kurgusunu yaptığı stüdyodan kovuluyor. “Şimdilerde biraz daha rahat” diyor ama 90’larda üniversitelerdeki solcu Kürt gençliği ele aldığı etkili filmi ‘Bahoz/Fırtına’da Kürt gençlerin eylem sahnesini, herhangi bir terslik yaşanmasın diye sokaktaki insanlara Filistin eylemi diye anlatarak çekmek zorunda kalıyor. Gösterimdeki ‘Son Mevsim: Şavaklar’ belgeseli, Almanya Mannheim’de kurgu filmlerin yer aldığı yarışma bölümüne kabul edilip ödül alıyor ama mesela Antalya Altın Portakal’da yarışmaya seçilen 25 belgesel arasına bile giremiyor. Türkiye’de Kürt yönetmen deyince akla ilk gelen isimlerden Öz, uluslararası festivallerden ödüllü filmlerinin hiçbirini televizyonlara satamıyor. Sözün özü, Türkiye’de Kürt sinemacı olmak, daha doğrusu Kürt kimliğini saklamadan, Kürtlerle ilgili filmler çekmek zor, hâlâ çok zor. Kazım Öz’le ‘Kürt açılımı’ filan konuşmadık, anlattıkları üzerinde Türkiye’de Kürt sinemacı olmanın ‘fotoğrafını’ çıkarmaya çalıştık. Ha bir de, Dersimli göçerler Şavaklar’ı...

Kürt sinemacı ya da Kürt yönetmen diye nitelendirilmek bir rahatsızlık yaratıyor mu sizde?
Yok, bende bir rahatsızlık yaratmıyor. Aslında çok fazla vurgulanmış olması Türkiye’deki bir gerçeği ifade ediyor. Kürtler biraz daha hak sahibi olabilseydi, bu kadar vurgulanmazdı. Ortada Kürtler açısından bir eşitsizlik, çok temel haklar meselesinde çeşitli sorunlar yaşandığı için doğal.
Türkiye’de bir Kürt sinemacı olarak ne gibi sorunlar yaşıyorsunuz?
Aslında Kürt olup Kürt kimliğiyle hareket etmediğinizde çok fazla sorun yaşamıyorsunuz. Hatta belki önünüz daha fazla bile açılabiliyor. O kimliği gizlediğiniz için. Ama gerçekten bu kimlikle kendinizi ifade ettiğinizde gerek görünen gerek görünmeyen anlamda çok engelle karşılaşıyorsunuz.
Ne tür engeller mesela?
Resmi engeller biraz azaldı aslında. Yasalar düzeyinde, davalar daha az. Temel haklar konusunda birtakım iyileşmeler olmuş oldu. Ama bu sefer aslında belki de en tehlikeli olan görünmeyen engeller, sansürler, uygulamalar gibi şeyler yaşıyorsunuz. Mesela ‘Fırtına’da biz Moda’da çektik eylem sahnesini ama Filistin eylemi diye. Eminim Kürt gençlerinin yaptığı bir eylem diyerek açıkça çekmiş olsaydık belki yasalar düzeyinde bir engel söz konusu olmayacaktı ama fiiliyatta çok ciddi bir şeyle karşı karşıya kalabilirdik. Linç bile olabilirdi.
En büyük sorunlardan biri de para ve destek bulmak sanırım, değil mi?
Kesinlikle. Şu ana kadar yaptığım ve yapamadığım tüm filmler için, en başta bakanlık olmak üzere Türkiye’deki birçok kuruma başvurdum ama hiç destek çıkmadı. ‘Şavaklar’ı ise başka bir şirket aldı, onlar başvurdu ve yapım sonrası destek çıktı. İnsan dolaylı bir sansür mü var diye düşünüyor.
90’ların ortasından beri bu işin içindesiniz, o zamandan beri sorunlar hiç değişmedi mi?
O zaman tabii yaptığınız iş daha fazla sert ve illegal kategorisinde görülüyordu, yasa dışı olarak değerlendiriliyordu. Ama şu anda biraz daha normalleşti. Mesela en son ‘Min Dit’in İstanbul’da aldığı ödüller de bir şeyin kırıldığının göstergesi aslında ve sevindirici bu anlamda.
‘Ax/Toprak’ adlı kısa filmi girilemediği için kendi köyünüzde çekememiş, gidip Aksaray’da bir köyde çekmek zorunda kalmıştınız. ‘Kan davası’ filmi çekiyorum diye izin alarak.
Tabii, ‘Ax’, biraz illegal çektiğimiz bir filmdi. Zaten Kültür Bakanlığı da yasakladı. Bir anlamda gizli çektik, çok üzülerek, çok zorlanarak. Oradaki köylüleri oynayanlar bile filmin nasıl bir film olduğunu bilmiyorlardı. Yine mesela kurgularken Kürtçe diyalog olduğu duyulunca kurgu şirketi bizi kovdu, gidip başka yerde yeniden kurguladık. Bunun gibi engeller şimdi biraz azaldı diyebiliriz.
‘Ax’ı Milano’daki festivale götüren arkadaşınız yakalanmış, altı ay hapis yatmıştı. Çıkınca sinemacı olmaya karar ermiş ve Belçika’da sinema okumuştu, ne oldu o arkadaşınız?
O dönemde Radikal’den bir yazar filmin hikâyesini bir sol dergide okumuş, geniş bir haber yapmıştı, ‘Kısa filmin uzun öyküsü’ diye. Kız yakalanınca Sabah’ta ‘Esrarengiz film’ diye manşet oldu. Hapisten çıkınca Belçika’nın çok iyi bir sinema okuluna girdi. Şimdi çok iyi bir belgesel projesi var, iyi bir destek de almış Belçika’dan, herhalde bizi geçecek.
Siz sinemayı Mezopotomya Kültür Merkezi’nde (MKM) öğrendiniz. Sizin dışınızda Özcan Alper, Hüseyin Karabey gibi isimler de geçti oradan. Bize biraz oranın ortamından bahseder misiniz?
Orası ilk kez sinema yapan insanlar için çok özel bir yer, bir şans. Çünkü piyasa dışı bir yer. Piyasanın kurallarının işlemediği, gerçekten inanan ve gönülden bağlı olan, farklı, alternatif, kimsenin yapmadığı sinemayı yapan anarşist bir fikrin hakim olduğu bir ortam. Bu biraz daha özgür bir şekilde hareket etmemizi sağlıyordu. Türkiye’de belki de sinema kursları, yani alternatif eğitim konusunda ilk çalışma bizimki sayılır. Bu konuda Hüseyin Kuzu ve Ahmet Soner’in çok özel katkıları oldu, oradaki enerjiden onlar da etkilendiler. Sinemayı bize tanıtan, sinema budur diyen ilk hocalarımız. Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Semir Arslanyürek oraya hep geldiler ders vermeye. MKM Kürtçe tiyatro filan yapan bir yerdi, o dönem gelmek biraz yürek isterdi aslında, öyle diyeyim. Bodrum katta bizim bir yerimiz vardı, Hüseyin hocanın da en çok etkilendiği şey oydu. Her gün orası sinema çalışmalarında boşalıyordu, oradaki her şey beş kat yukarı çıkardı, sinema olduğunda sandalyeler filan tekrar aşağı inerdi. Hâlâ içimde bir uktedir, bir gün bir sanat grubunun filmini yapmak istersem o bodrum çok özel bir mekân olarak kullanılabilir. Hâlâ duruyor Tarlabaşı’nda ama pavyon olarak kullanılan bir yer şu an. Zaten o zaman da sağında solunda pavyonların olduğu bir yerdi.
Elbette siz sanat yapıyorsunuz ama MKM sonuçta politik temelli bir yer, ister istemez politik anlaşmazlıklar da çıkabilir. Bunları nasıl hallediyorsunuz?
Kendi içimizde de bunların mücadelesini veriyoruz. Çünkü sanatla uğraştığımızda bir muhalefet gelişiyor. Çünkü sanatın kendisi her türlü yaşam biçimini sorgular. Bu yolda ilerleyince tartışmalar doğal. İçimizde de birtakım tartışmalar oldu, oluyor. Bu bir süreç ve tarih bunu aslında bir yere koyacak. Dediğim gibi orada aslında kendimizi de demokratikleşmeye çalışıyoruz aslında.
MKM Sinema Kolektifi olarak beraber üretiyorsunuz ama film ortaya çıkınca biri çıkıp bu benim politik görüşüme uymuyor diyebilir.
Tabii ki diyebilir. Ama MKM’deki politiklik aslında Kürtler açısından bakıldığında birtakım temel, yaşamsal, dünyanın başka coğrafyalarında artık çoktan aşılan şeyler. Uç bir şey değil. Zaten Kürtçe yaptığınızda politik olarak nitelendiriliyor. Bana göre sanat her türlü eleştiri ve bir özeleştiri hareketidir. Hani bir ayna tutmak gibi. Aynada gördüğünüz kendiniz, toplumunuz ya da karşınızdakiler de olabilir.
Peki beraber yapıyorsunuz ama film yönetmenle anılıyor. Bu MKM içinde rahatsızlık yaratabilir, kopuşlar olabilir. Hüseyin Karabey ve Özcan Alper koptu zannedersem. Bu tip meseleleri nasıl hallediyorsunuz, siz hâlâ oradasınız?
Bizim en temel sorunlarımızdan biri kolektifle birey çalışmasının dengeli bir şekilde yürütülebilmesi. Aşırı kolektif olmaya başladığınızda kaba sosyalizmdeki tuzağa düşüp bireyi ihmal ediyorsunuz. Bu şuraya kadar gidiyor, yönetmen diye bir şey içimizde olamaz, biz bir grupsak hiçbir isim ön plana çıkmamalı. Ya da yalnız çalışamazsın, bir senaryo bile yazarken benimle yazacaksın, bu bireysel olmuş gibi... Diğeri de kapitalizmin bireyi yücelten anlayışı. O da ben kimseyi takmam, nasıl çalışmak istiyorsam öyle çalışırım, bunun parası geldiğinde direk benim cebime gelmeli, başkasıyla paylaşmak istemiyorum. İkisi de problemli ve biz dönem dönem ikisini de yaşıyoruz aslında. Tamamen bir denge sağladığımızı söyleyemem. Bununla da mücadele ediyoruz.
Aynı şekilde Türkiye’de film üreten Kürt sinemacılarda ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama durumu var. Kürtler de eleştiriyor, Türkler de zaten çok ilgilenmiyor. Neden böyle bu ve nasıl aşılır?
Kürtlerin yaklaşımı; onlarla ilgili bir şey yapıldığında, bir şekilde bir propaganda beklentisi içine girip, bizim haklı olduğumuz zaten çok açık diye düşünmek. Dönemsel olarak şu anda Kürtlerin eleştirilmesi lüks olarak değerlendiriliyor. Bu bir handikap, aslında hayat devam ediyor ve bir eleştiri doğruysa ve ona ihtiyaç varsa, bugün de yapılmalı, yarın da. Kendimizle ilgili, Kürt hareketi içinde böyle bir tabloyu görüyorsam bunu sanatta rahatlıkla eleştirip düzeltebilmeliyim. Türkler de Kürtlerle ilgili bir şey yapıldığında sanki Türklere karşı yapılıyormuş gibi algılıyor. Böyle katı bir ideolojik yapılanma söz konusu. Bence ikisi de eleştirilmeli. Türkiye’de Kürtlerin daha yeni yeni resmi anlamda hakları verilmeye başlandı. Yoksa 80’li, 90’lı yılların sanatı ve sanatçıları çok büyük bir zaaf yaşadılar. Ki sinema alanında tek tük örnekleri var. Bir halk ıslık çaldığı için bile tutuklanıp cezaevine atılabilmişse o zamanın yönetmenleri bunun filmlerini yapabilmeliydi. Kim yaptı? Harold Pinter geldi Türkiye’ye, tanık oldu, gitti ‘Dağ Dili’ni yazdı, konuşamayan bir halkın dili. Neden bunu bizim yazar ve yönetmenlerimiz yapmadı? Bu konuda özeleştiriye ihtiyaç var.
Bu iki tarafa da yaranamama durumu nedeniyle Kürtçe filmler çok az izleniyor.
Tabii. Bu tür filmlerin seyirciye ulaşmakla ilgili bir sorunu var. ‘Bahoz/Fırtına’ya dönük doğru düzgün iki yazı çıktı. Biri Kürtlerin çok sert eleştirisi, ‘Bahoz’u ve ‘Kurtlar Vadisi’ni aynı noktada gören. Diğeri de Türk Solu dergisinde ‘Bahoz’u hayat damarlarındaki zehir olarak gören. Başka da bu film ne söylemeye çalıştı diyen bir yazı çıkmadı. Dolayısıyla biz seyircimize gidemedik.
Filmlerinizin hiç TV satışı falan olmuyor mu?
Hiç olmuyor. Biz kolektif olarak 20’nin üstünde kısa, uzun film ve belgesel yaptık. En az 10 tanesi, uluslararası ödüller almış filmler. Birini bile bir televizyona satmış değiliz. Görüşmeye çalışıyoruz, görüşemiyoruz. Elimizde kaldı filmler (gülüyor).
Mahsun Kırmızıgül gibi popüler Kürt sinemacıların yaptığı filmleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir sorunla ilgili yapılan her film aslında farklı açılardan, o sorunu tartışmak açısından pozitif bir şey. Daha dün ne kadar cenaze vardı. Burada hepimizi etkileyen bir mesele var. Ama bu tür filmleri hem sanat hem de politik açıdan sorunlu buluyorum. Bugün benim çektiğim bir filmle Mahsun Kırmızıgül’ün çektiği bir filmin Türkiye toplumunu etkilemesi açısından çok büyük fark var. O biraz daha cesaretli davranırsa meseleye çok büyük katkısı olabilir. Artık mecliste bile Kürtçe konuşulduğu bir dönemde bir Kürtçe diyalog bile koyamamak. Niye bu kadar korku var anlamış değilim.
Diyarbakır’daki Kürt Sineması Konferansı’na katılmadınız. Davet mi edilmediniz, yoksa başka bir neden mi var?
Bahoz’u programa almak istemediler. Oradaki arkadaşların filme dönük eleştirileri vardı, beklentilerini cevaplamadığına dair büyük eleştiriler. ‘Bahoz’ olmayınca ben de gitmedim.
Kürt sinemacı olarak günün birinde bir aşk filmi ya da komedi filmi de çeker misiniz?
Ben aslında şu anda bir komedi filmi üzerinde çalışıyorum! Yaşam bir bütün, bugün yaşadığınız bu çalkantılı politik sorunlardan uzak düşünmek çok zor. Keşke koşullar çok iyi olabilse, düşündüğüm projeyi hemen hayata geçirebilsem. Bir projenin içine girdiğinde kafanı kaldıramıyorsun, teknik sorunlarla uğraşıyorsun, çok enerji harcıyorsun. İşin sanat ve yaratıcı kısmına çok az zaman ayırabiliyorum. Ama şunu da görüyoruz ki, bir şekilde yapılabiliyor. Bunun seyircisi oluşacak. Bizden çok daha iyi filmler yapanlar olacak. Bu da mutlu edici.

Şavaklarla metropol arasında yüzlerce yıllık fark var
Gelelim ‘Şavaklar’a, siz de göçebe bir Şavaksınız değil mi?
Ben de o göçmen Şavak yaşamını 17-18 yaşına kadar yaşayan biriyim. Sinemayla ilk tanıştığımda aslında ilk çekmek istediğim o oldu. Çünkü şöyle bir şey yaşadım. Şavakların içinde yaşadığım hayatla İstanbul gibi bir metropolde yaşadığım hayat arasında çok büyük bir uçurum vardı. İlk geldiğimde suyu plastik bardakta içip atmak bana absürd gelmişti, anlayamadığım bir şey oldu o. Bizde öyle bir kap varsa yıllarca kalır o. Yaşamlar arasında yüzyıllar diyebileceğimiz bir fark var. Benim için nostaljik bir tarafı olmakla birlikte aslında günümüz modern hayatının sorunlarından biraz uzaklaşıp ilkel yaşam koşullarına kültürel ve tarihsel bir yolculuk yaptım.
Yıllarca İstanbul’da yaşadıktan sonra tekrar o göçebe yaşamın içine girince neler hissettiniz?
Benim için çekimler çok farklı oldu. Ekip çok zorlandı ama ben sanki uzun süredir kavuşmak istediğim bir yere kavuşmuş gibiydim. Ama ekipte mesela İzmirli bir arkadaş vardı, şok oldu. Çok etkilendiler. Koşulları ve hayatları çok zor. Kendi dünyalarındalar, dünyadaki sorunlarla çok ilgili değiller. Ama insan gerçekten düşünüyor, biz dünyanın sorunlarıyla ilgilendik, teknoloji üretildi, modernleştik. Cep telefonları, laptoplar mı yoksa orada bir çoban olmak mı? Tüm bunlara gerek var mıydı? Emin olamıyorum.
Röportajlar üzerinden yürüyen bir belgesel değil, orada bir yaşam mücadelesi var ve bu filmde görsellik üzerinden akıyor.
Evet. Görsel anlatımda farklı bir sanat dili yakalamaya çalıştım. Sadece içerikle de uğraşmadım, bir sinemasal dil aradım. Çok büyük de bir zevkle çalıştım. Kurmaca ve belgesel sınırları nerede biter, nasıl iç içe girer, bunlar arasında biraz dolandım.
Belki bu yüzden ‘Şavaklar’, Mannheim’da uzun metraj yarışmaya kabul edildi, ödül aldınız. Ama Antalya’da yarışmaya hak kazanan 25 belgesel arasına bile giremedi.
Bu film gerçekten gidip Mannheim’da özel jüri ödülü alabiliyorsa, proje beğenilip yeni teklifler geliyorsa Antalya’ya, Adana’ya hiç mi giremez, nasıl oluyor böyle bir şey? Burada biraz daha özgür bakan arkadaşların bununla ilgili bir şeyler söylemesini beklerdim.Radikal