Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Dersim katliamı jenosid midir?-ERGİN DOĞRU

Toplumlar tarihi, insanın insana karşı gerçekleştirdiği vahşet ve katliam örnekleriyle doludur. İnsanın artı-değeri keşfetmesi ile başlayan hakimiyet ve hükmetme güdüsü, insanoğlunun başına gelen felaketlerinde başlangıcı olmuştur.  İktidar hırsının insanoğlunun gündeminde temel olgu olarak yer almasından bu yana savaşlar ve katliamlar eksik olmamıştır.

İnsanlık serüveninde yaşanan iktidar kavgaları zaman zaman en vahşi yöntemlere başvurmaktan da  geri kalmamıştır. Öyle ki, iktidar hırsı  dönem dönem etnik veya dinsel grupların, toptan imhasını hedefleyecek bir öldürme ve yok etme operasyonuna dönüşebilmiştir.

 

İnsanlık tarihinin içinden geçtiği bu kanlı süreçler, ilk kez 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen bir antlaşma ile “soykırım” olarak tarif edildi. Soykırım kelime anlamı olarak “ırk imhası“olarak tarif edilebilir. Tarihte “soykırım” kelimesini ilk olarak telaffuz eden Nazi soykırımından kurtulan Raphael Lemkin’dir. Soykırım kavramının fikir babası olarak kabul edilen Lemkin Polonya doğumlu bir Yahudi’dir. Hitler faşizminin soykırımından kurtularak ABD’ye sığınan Lemkin, burada “soykırım” kavramını geliştirir. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin uyguladığı soykırımından sonra, “soykırım” kavramı Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen ”Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” Aralık 1948'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve Ocak 1951'de yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, avukat Raphael Lemkin tarafından, Simele kırımı, Holokost ve Ermeni kırımına atfedilen “soykırım” terimini yasal olarak tanımlamaktadır.

 

İnsanlık tarihinde “soykırım” tanımına uyacak bir çok öldürme ve yok etme operasyonu sayılabilecek olmasına rağmen, bugün akılda kalan ve genel kabul gören soykırım sayısı azdır. Genelde yakın dönem tarihi içerisinde gerçekleşmiş olan ve herkes tarafından kabul gören insanlık suçlarıdır.Soykırım olarak kabul gören katliam sayısının bu kadar az olmasının nedenleri farklıdır. BM tarafından kabul edilen sözleşmenin gecikmiş olmasının etkisi olabileceği gibi, yaşanan savaşların soykırım olarak kabul görmemesinin de etkisi olabilir.Bu sebeplerin yanında soykırımları gerçekleştirenlerin genelde güçlü,mağdurların ise zayıf olmasının da  önemli bir etkisi vardır.

“Soykırım” kavramı ile akla gelen en büyük öldürme ve yok etme operasyonu, başta Nazilerin yaklaşık 6 milyon Yahudi ve Roman’ı katledilişi akla gelir. Bununla beraber Kamboçya, Ruanda, Bosna ve herkes tarafından genel kabul görmese de Ermeni soykırımı sayılabilir.

Soykırımlarda öne çıkan temel olgu ideolojik bağnazlık ve ırkçı nedenler olmaktadır. Ermeni soykırımı, İttihat ve Terakki’nin iktidara geldikten sonraki “Türkiye Türklerindir “anlayışı temelindeki ırkçı zihniyetiyle ortaya çıkmaktadır. Nazilerin Yahudi katliamında temel gerekçe ise “üstün ırk” anlayışıdır. Kamboçya’da Pol Pot yönetiminin uyguladığı soykırımın gerekçesi  “ideal toplum” iken, Ruanda’da aşiretsel, Bosna’da ise inançsal ve etnik  sebepler öne çıkmaktadır.

 

Soykırımlarda ortaya çıkan temel bir olguda güçlü ve güçsüz arasındaki farktır. Genelde iktidara gelen diktatör yönetimlerin hakimiyeti altındaki azınlıkları yok etme anlayışı soykırımların temelini teşkil etmektedir. Devlete hakim olan bu dikta zihniyet sahipleri iktidarları için tehlike olarak gördükleri azınlıklara yönelirler. ABD’de yaşanan Kızılderililer olayı belki de tek istisnadır. Onun dışında gerçekleşen soykırımlara baktığımızda genelde bunu görürüz. Bu anlamda Kamboçya’da yaşanan soykırım farklılık gösterir, buradaki soykırım azınlığa karşı değil, bizzat Pol Pot önderliğinde yönetimindeki “komünistlerin” kendi insanlarına karşı gerçekleştirdikleri bir insanlık suçudur.

 

Soykırım suçlamaları genelde uluslarası güçlerin denge siyasetinin kurbanı olmaktan kurtulamamıştır. Soykırıma uğrayan topluluklar, stratejik ve jeopolitik anlamda bir değer ifade ediyorlarsa genel olarak uluslarası bir kabul ve dayanışma görmektedirler. Aksi takdirde insanlığın duymadığı ve görmediği bir realite olarak ortada kalmaktadırlar. Nazilerin büyük soykırımı Yahudilerin gücü ile bağlantılı olarak kabul görmüştür. Pol Potların kendi halkına karşı gerçekleştirdiği soykırım ideolojik sebeplerle emperyalistler tarafından hemen kabul görmüştür. Bunun yanında Ruanda ve Bosna soykırımları ise vahşetin inkar edilemez bir duruma geldiği bir süreçte ancak kabul görmüştür.

 

Soykırımlar konusunda bu çifte standart yanında Ermeni soykırımı daha özel bir yer tutmaktadır. Ermeni soykırımı, İttihat ve Terakki döneminde görülmezken, Ermeni diasporasının emperyalist başkentlerde güç olabildikten sonra gündemleşebilmiştir. Ermeni soykırımı, uluslararası alanda genel kabul görse de halen uluslarası güç politikalarından kaynaklı olarak resmiyet kazanabilmiş değildir.

 

Soykırım konusunda Ermeni örneğinde görülen çifte standardın daha acımasızını ise, bir nevi avukatsız ve sahipsiz bir halk olan Kürtler yaşamaktadırlar. Ortadoğu dengeleri içerisinde parçalanmış Kürt coğrafyasında defalarca yaşanmış olan katliamlar uluslarası güçler tarafından görülmemiştir. Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de defalarca tekerrür eden katliamlara karşı, insanlık, hukuk ve özgürlük söylemlerini ağızlarında düşürmeyen ABD ve Avrupa adeta Kürtlerin uğradığı mağduriyetler ve katliamlar karşısında görmeme ve duymama pozisyonlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Hatta gerçekleşen bu katliamlarda suç ortaklığı yapılmışlardır. Yakın tarihte yaşanmış Halepçe Katliamı’nı bir Kürt soykırımı olarak görmeyenlerin samimiyeti şüphelidir.

 

Soykırım konuşulduğu zaman Türkiye özel olarak irdelenmesi gereken bir ülkedir. Osmanlılar dönemindeki “fetihçi” anlayış savaş gerçekliği üzerinden tartışılsa da, İttihat ve Terakki dönemindeki Ermeni soykırımı Osmanlılardan kalma bir yönetme anlayışının tezahürüdür.

İttihat ve Terakki yönetimini devralan Kemalist rejim de, tüm farklılık iddialarına rağmen siyaset tarzı ve yönetme kültürü açısından İttihatçı zihniyetin devamı olduğunu çok geçmeden ispatlamıştır. Cumhuriyetin kuruluşu ile beraber, tehlike olarak düşünülen tüm kesimler İttihatçı yöntemlerle imha edilmişlerdir. Anadolu topraklarında Ermenilerden sonra Rumlar, Süryaniler, Ezidiler ve Kürtler olmak üzere tüm farklı toplumsal kesimler zamanla, bu yok etme politikasından nasibini almışlardır.

 

Cumhuriyet döneminde soykırım tanımlaması açısından irdelenmesi gereken en büyük öldürme operasyonu ise 1937-1938 Dersim jenosidi’dir. Bugüne kadar uluslar arası alanda hiç görülmeyen Türkiye’de ise son dönemlerde yoğun olarak tartışılan 37-38 Dersim, BM “ Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” özgülünde yeniden tartışılmak zorundadır.

Bu yıl Berlin Parlamentosu’nda, Dersim Yeniden İnşa Örgütü öncülüğünde gerçekleştirilen Dersim Konferansı’nın konu başlıklarından biri olan ve fiili kararların alındığı bu konferans ,bundan sonra 37-38 Dersim jenosidinin uluslararası alanda da tartışılacağını göstermektedir.

 

Özetlemeye çalıştığımız Soykırım tarifi ve örnekleri özgülünde, Dersim jenosidini yeniden irdelemek ve BM sözleşmesinin maddelerine ne kadar uyup uymadığı veya Dersim 37-38 jenosit olarak tarif edilebilir mi? Sorularına cevap aramak gerekiyor.Bütün bunlar cevap bekleyen sorulardır.

Öncelikle sözleşmeye baktığımızda, “ Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri soykırım suçunu oluşturur.

 

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;

 

b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;

 

c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;

 

d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;

 

e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;

 

Dersim 37 -38 katliamı ele alındığında görülecektir ki, BM’ce kabul edilen sözleşmenin maddelerine uygunluk vardır.

Dersim katliamının BM sözleşmeleriyle uygunluğunu ele almadan önce yürütülen bazı tartışmalara netlik getirmek gerekiyor.Onur Öymen’ in meclisteki ırkçı yaklaşımından sonra çok tartışılan Dersim37-38 katliamının derinleşmemesinin bugüne kadar sürdürülen yaklaşımlarla ilişkili olduğu kesindir.

Sürdürülen tartışmalardan bir tanesi hukuken sözleşmenin kabulü 1951 yılı olduğu için, bu tarihten önceki katliamların bu sözleşmeye dayanarak değerlendirilemeyeceği yaklaşımıdır. Uluslararası hukukun bu konudaki yorumu  tartışmalı olsa da, evrensel hukuk açısından geçerli olan “insanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı olmaz” ilkesi bu tartışmaları anlamsız kılmaktadır. Tarihin gördüğü en büyük jenositler, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi ve Roman soykırımı ve 1915 Ermeni soykırımı sözleşme tarihinden öncedir. Bu yaklaşımı esas alarak bu soykırımları görmezden gelmek mümkünmüdür?Bu yaklaşımın vicdani ve akli olmadığı açıktır,dolaysıyla konuyu Dersim açısından tartışmakta gereksizdir.

 

İkinci bir tartışma ise katledilen insan sayısıdır. Soykırım tanımı açısından kitlesel katliam tartışması yapılsa da bu tartışma etik değildir. Zaten avukat Lemkin ve diğer savunucuların ortaya koyduğu tanımlarda, ”soykırım açısından katledilenlerin niceliği değil niteliği esas alınır” belirlemesi genel kabul görmektedir. Buradan yola çıktığımızda net rakamlar olmasa da 16 binden 70 bine kadar katledilen insan sayısı telaffuz edilmektedir. Aynı dönemlerdeki Türkiye nüfusunun 12 milyon  civarında olduğu  düşünüldüğünde, Dersim’de yaşanan katliam, hem nicel, hem de soykırım tanımlarına uygun olarak nitel bir özelliğe sahiptir.

 

Dersim 37-38 jenosid olarak konuşulmamasının bir diğer nedeni ise, Türkiye’deki koşullar olarak ortaya konulmaktadır. İnsanlık açısından kabul edilemeyecek bu yaklaşım oldukça geri bir yaklaşımdır. Soykırım boyutunda yaşanılan bir katliamın tanımın yapılmasının mevcut rejimin keyfine bırakılması kabul edilmemelidir. Bilimin ve insanlığın vicdanı bunu kaldıramaz.  Doğruya “doğru” demek için koşulların olgunlaşmasını beklemek tarihi yanıltmaktan öte bir anlam ifade etmez. Kaldı ki eğer bu mantıktan yola çıkarak sistemin demokratikleşmesi beklendiği zaman, yarın egemenler tarafından söylenecek olan “geçmişi unutalım, ne gerek var geçmişi kaşımaya” yaklaşımı olmayacağını kim garanti edebilir. Onun için, bilimin ve vicdanın gereği yerine getirilerek, Dersim jenosidi kabul edilmeli ve her platformda savunulmalıdır.

 

 “ Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” bakımından irdelendiğinde görülecektir ki, vicdanın ve bilimin sesi Dersim katliamını ispat edecektir. Bu anlamda genel kabul gören sözleşmeler ışığında Dersim’i incelemeye kalkarsak bu daha net görülecektir. Sözleşmeler ışığında maddeler halinde Dersim katliamı ve BM sözleşmesini kıyaslayacak olursak:

 

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;

Dersim coğrafyasında yaşayanlar Kürt ve Aleviler’dir. Cumhuriyet kadroları planlı bir şekilde burada yaşayan insanları katletmişlerdir. Dönemin yetkilileri tarafından hazırlanan raporlarda belirtilenler sözleşmenin ilgili maddesinin uygulandığını göstermektedir. Cumhuriyetin yönetici kadroları Dersim için dört aşamalı bir plan yapmışlardır. Hazırlık, tenkil, sürgün ve asimilasyon aşamalarıyla Dersim coğrafyasında yaşayan Kürt Aleviler yani kısaca Dersim’in  yok edilmesi planlanmıştır. Dönemin en yetkili isimlerinden olan İsmet İnönü’nün 21 Ağustos 1935 tarihli ”idare meseleler” adlı çok uzun raporundaki “Dersim vilayetinin yeniden teşkili  ile askeri idare kurulması ve Dersim islahının bir programa bağlaması lazımdır” Cümlesi hazırlıkların çok önceden başladığını göstermektedir. Bu konuda yine mülkiye müfettişi, Hamdi Bey hazırlık aşamasında İçişleri Bakanlığı’nın emriyle hazırladığı raporda “yakın bir mülakatın vereceği netayiç ve malumatı arz edeceğim gibi, Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkureleşiyor. Tehlike büyüyor. Dersim cumhuriyet hükümeti için çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yapmak, acı sonuç ihtimalini önlemek, memleketin selameti için gereklidir” diye belirtmiştir.

Dönemin Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı raporun sonuç kısmında ise kısaca:

“1- Dersim’de bugünkü durumun yürümesi tehlikelidir. Bu durum Dersimlinin morallerini yükseltmektedir.

2- Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahatın esasını teşkil eder.

3- Dersim evvela koloni gibi dikkate alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli. Ondan sonrada aşamalı öz Türk hukukuna tabi kılınmalıdır” diye saptamalar yapılmıştır.

Dersim konusunda benzer birçok rapor hazırlanmış ve planlama yapılmıştır. Katliam mağdurlarının anlatımları, açığa çıkan az sayıdaki bilgi ve belgeler irdelendiğinde, Dersim’de yaşananların çok önceden planlanmış bir yok etme harekatı olduğu açıkça görülmektedir.

 

b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;

 

c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;

 

37-38’den sonra Dersim’de yaşayan insanlar topraklarından zorla koparılarak asimilasyon amaçlı olarak Türkiye’nin batısındaki ilere dağınık bir şekilde sürülmüşlerdir.

Yetim ve öksüz kalan çocuklar ise YİBO’larına yerleştirilerek, kendi kimlik ve kültürlerine yabancılaştırılmış ve Kemalist bir nesil yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Kışla kültürü bir bütün olarak Dersim coğrafyasına hakim kılınarak, adeta beyaz bir katliam yaşatılmıştır. Buralarda yetişen nesil “kendi celladına aşık bir pozisyona “ dönüştürülmüştür.

Geliştirilen asimilasyon ile Dersimlinin kişilik genleriyle oynanmıştır. Gerçekleştirilen bu zihinsel katliamın izleri bugün dahi hissedilmektedir. O günleri yaşayan insanların aradan geçen yıllara rağmen o günleri konuşmaktan kaçınmaları, yaratılan travmanın boyutunu göstermektedir.

 

e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;

 

Dersim katliamının sonrasındaki beyaz katliamın bir ayağıda çocuklar üzerindeki uygulamalardır. Katliam sonrasında, Sıdıka Avar adındaki öğretmen anılarında, Dersimli çocukların ailelerinden nasıl koparıldığını, nasıl asimle edilerek Türkleştirildiğini anlatır. Atatürk’ün misyoneri Sıdıka Avar,”1939-1954 yılları arasında, o günler adı Dersim olan havalide, kâh at veya katır üstünde, kâh yayan, kâh kamyonla, köy köy dolaşarak Kürt kızlarını toplamış ve yatılı bölge okullarına götürmüştü.” Sıdıka Avar, Dersim’den zorla getirilen kızların evlere hizmetçi olarak yollandığını, hatta kendi müdürünün dahi bir kızı hizmetçi olarak yanına almak istediğini yazar.

Yine dönemin bakanlarından Şükrü Kaya yazdığı bir yazıda:

 “Kültür Bakanlığına,

Bu günlerde Dersimde yapılmağa başlayan İslâhat meyanında, Türk keşafeti (yoğunluğu) olan ve Dersim’den oldukça uzak yerlerde kız ve erkek yatı mekteplerinin de açılması ve bu mekteplerde Dersim’den getirilecek olan beş yaşını doldurmuş kız ve erkekler okutturulup büyütülmesi ve muvezi surette yetiştirilecek olan bunlar yek diğeri ile evlendirilerek, baba ve analarından mevrus (miras kalan) emval (malları) ve arazileri içinde birer Türk Yuvası kurmaları temin ve bu suretle Türk Kültürünün Dersim’de esaslı bir surette yerleştirilmiş olacağı düşünülmektedir.”

Yazını sonuç kısmında ise Şükrü Kaya;

“Binaenâleyh kanında Türk kanı ekseriyeti olan bu halk kütlesini geriye yani Milli varlıklarına doğru çevirmek için alınacak tedbirler meyanında ufak çocukların bu gibi leyli mekteplerinde yetiştirilmeleri zaruri ve lüzumlu olduğu Vekâletimizce mütalaa edilmekte olduğundan muktezasına müsaade’i Devletlerini arzederim. Dahiliye Vekili Ş. Kaya.”

 

Son dönemlerde gündemleşen Dersim’in kayıp kızları konusu da yeni gerçekleri açığa çıkartmaktadır. Dersim’den koparılan Dersimli çocukların Türk ailelerin yanına verilmesinin arkasındaki zihniyetin ne olduğu, raporlar ve anılar incelendiğinde net olarak anlaşılmaktadır.

Konu ile ilgili olarak BDP Van Milletvekili Fatma Kurtulan TBMM verdiği soru önergesinde, "Dersim Katliamı"nın yaşandığı 1937 ve 1938 yıllarında, aileleri katledilen ya da ailelerinden zorla alınarak "Türkleştirme politikaları" çerçevesinde rütbeli askerlere verilen "Dersim'in kayıp kız çocukları" hakkında karanlıkta kalan bütün soruların cevap bulması ve sayılarının tespit edilmesini ister. Kurtulan, verdiği önergenin gerekçesinde, "Dersim Katliamı, üzerinden 73 yıl geçmiş olmasına rağmen hala bir devlet sırrı olarak kalıyor. Ancak katliamın boyutları, bölge halkının iddiaları ve o dönem devletin Dersim’e özgü çıkarmış olduğu kanunların içeriğinden anlaşılıyor" diye belirtiyor.

Bu kısa örneklerden de anlaşılacağı gibi sözleşmenin maddeleri açıkça ihlal edilmiştir. Sözleşmeye bakıldığında  Dersimle ilgili yetkililerin yaptığı planlamanın hayata geçirilmesi bir yana buna teşebbüs edilmesini dahi soykırım dahilinde kabul etmektedir. Gerçekler bu kadar açıkken yaşanılmış olan Dersim jenosidini görmezden gelmek, vicdani ve ahlaki açıdan kabul edilemezdir.

Dersim katliamının yönetenlerce kabul edilmesini beklemek bugün açısından kolay gözükmüyor. Lakin bu ülkenin bilim adamlarının  ve vicdanlı siyasetçilerinin bu konudaki emek ve çaba yoksunluğu ise  kabul edilemezdir. Bu soykırımın kabul görmemesi ve konuşulmamasının sebepleri arasında elbette Kürtlerin jeopolitik ve stratejik anlamdaki konumu etkilidir. Yalnız unutulmamalıdır ki soykırım gibi bir insanlık suçu asla çıkarlara kurban edilmemelidir. Bu yüzdende Dersim jenosidi ve bu coğrafyadaki diğer jenosidler cesurca irdelenmeli ve bu katliamların sorumlusu olan egemen zihniyet zorlanmalı ve hesap sorulmalıdır.

                                                      ERGİN DOĞRU